AİLE KÖŞESİ

AİLE KÖŞESİ

MEVLANA VE İNSAN SEVGİSİ

MEVLANA VE İNSAN SEVGİSİ

İslam medeniyetinin, insanlık semasını aydınlatmaya başladığı andan, günümüze kadar geçen on dört asırdan fazla olan bu sürede, insanlara en doğru yolu gösteren Kur’an güneşinin ve en güzel ve en şerefli sözlerin sahibi olan Hz. Peygamber’in yanı sıra, bu semayı süsleyen, insanlara rehberlik eden binlerce yıldız da var olmuş ve kıyametin kopmasına kadar da var olmaya devam edecektir. Bu yıldızların en parlakları hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurduğu ashâb-ı kirâm hazretleridir. (Beyhaki,el-Medhal,s.164, Kenzu’l-ummal,h. No:1002) Yine Hz. Peygamber’in buyurduğu “Asırların (insanlarının) en hayırlısı, benim yaşadığım bu asırdadır, sonra bu asırdan sonra gelen asırdadır, sonra da ondan sonra gelendedir ve bu böyle devam eder.” (Buhari, Şehadat:10) Hadis-i şerifine göre, yıldız gibi yol gösteren bu insanlar her zaman var olmuş ve kıyamete kadar da var olmaya devam edecektir. Ancak yukarıdaki hadis-i şerifin de işaret ettiği gibi, sonradan gelen yıldızlar, öncekiler kadar parlak ve büyük olamayacaklardır. Fakat arada bir öyle parlak, öyle kuvvetli ve öyle yüce yıldızlar doğmuştur ki, bunlar adeta kutup yıldızı gibi belirgin ve seçkin olmuşlardır.
Arada bir ortaya çıkan ve parlaklığı gözlerden ve gönüllerden kaybolmayan kutup yıldızı misali bu büyük insanlardan birisi de, şüphe yok ki Hz. Mevlânâ’dır. Mevlânâ, o kadar parlak ve o kadar büyük bir yıldız olmuştur ki, büyük âlim Molla Câmî, onun hakkında şöyle demiştir.

“O, manevî âlemin pâdişâhıdır, Bu yüceliğine Mesnevî yeter delildir. O âlî cenâbın vasfında ben ne söyleyeyim…”

İslâm tasavvufunun mümessillerinden büyük Türk mütefekkiri ve şâiri, Mevlevî Tarikatının Pîri Mevlâna Celâleddın Rumî, 30 Eylül 1207’de İslâm kültür ve medeniyet tarihinde önemli bir yere sahip olan Belh’te dünyaya gelmiştir.
Mevlâna, ilk derslerini ve tasavvufî terbiyesini babası Bahaüddîn’den alır. Babasının vefatından sonra ise, Seyyid Burhaneddin’den, Halep’te Kemaleddin b. Adim’den ders almış, Şam’da Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Saadeddin el- Hamevî, Şeyh Osman Rumî, Evhadüddin Kirmânî ve Sadreddin Konevî ile sohbetlerde bulunmuştur. Mevlâna uzun yıllar süren eğitimi neticesinde tefsir, hadis, fıkıh, lügat, Arapça gibi ilimleri tahsil etmiş, asrının önde gelen bilginlerinden olmuştur. Mevlâna’nın 1244 yılında Şems Tebrizî ile buluşması onun mâneviyâtı üzerinde derin ve değiştirici bir tesir bırakmıştır. Her bakımdan coşmaya hazır bir ruh haleti içinde bulunan Mevlâna, bu buluşma ile bir yanardağ gibi coşmuştur.
Mesnevî, Divân-ı Kebir, Fih-i Mâfih, Mecâlis-i Seb’a, Mektûbat gibi önemli eserler bırakan Mevlâna; yalnız müntesip olduğu Türk milleti için değil, bütün insanlık için bir şeref âlemi, bir kültür cihanı olarak, Yunus Emre, Âşık Paşa, Nesimî, Fuzuli, Nef i, Nâbî..gibi pek çok büyük şairlere ve mütefekkirlere ilham kaynağı olmuştur.
Mevlâna 17 Aralık 1273 günü bu âlemden göçerek Hakk’a kavuşmuştur

Şahsiyeti ve İnsan Sevgisi                          
Mevlâna medresede âlim, camide vâiz, evde iyi bir eş ve örnek bir baba, altmış bin beytin üzerindeki manzum eserleriyle büyük bir şâir, mutasavvıf, mana eri ve gönüller sultanıdır.
Bütün eserlerinde insanlara fazilet ve meziyet yollarım öğreten; güzel huylan methedip, kötülükleri yeren Mevlâna, bütün bu öğütleri öncelikle kendi yaşayışında tatbik etmiş, Hz. Peygamber’in ahlâkı onun için örnek olmuş, düşünce ve davranışları bu çizgide şekillenmiştir. Kendisinin iki kaynaktan (Kur’an ve Hadis’ten) ilham aldığını bir dörtlüğünde şöyle ifâde eder:

"Canını bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum,
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse;
Ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim."
Mevlana eserlerinde insanı yüce bir varlık olarak görür. Zira insan yalnızca su ve topraktan yaratılan et, kemik ve kandan ibaret bir yaratık değildir. İnsan; Allah emanetini -dini- yüklenmiş, meleklerden daha üstün olan ve Cenab-ı Hakk’ın tecellisine ayna olarak yaratılan ulvî bir varlıktır. Allah kendi ruhundan, ruh üfürerek insana can vermiş, melekler dahil bütün yaratılan varlıklar insanıtazim etmişlerdir. Fakat insan, yaratılışındaki yüksek gayeyi ve kendisindeki cevheri sezdiği zaman insan olur. Yoksa bu dünyadaki diğer canlılardan farkı kalmaz. Mevlâna’nın Mesnevî’si ve diğer eserlerinde anlatılanların özü bu gerçeklerdir. Mevlâna; kadın-erkek, çocuk-yaşlı, hasta- sağlıklı, müslüman-hristiyan, iyi-kötü, zengin- fakir, sultan -kul demeden; her insanı Hak nurundan bir parça olarak görür. İnsanlığa bu gözle bakan Mevlâna’nın, insanlara davranışlarında hep hoşgörü ve sevgiyi buluruz.
Mevlâna yukarıda geçen dörtlüğünde de ifade ettiği gibi, dâima Hz. Peygamberi kendisine rehber edinir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurulur:
"Andolsun ki, Allah’ın Rasûlüde sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı zikredenler için güzel bir örnek vardır." (Ahzap S. 21.)  

Mevlâna; insanlığa yol gösteren bir mürşid oluşunun yanında müşfik bir babadır. Onun bütün insanları kucaklayan sevgisine çocukların da dahil olduğunu görürüz. Oğlu Sultân Veled’in canı sıkkın, üzgün bir halde oturduğunu görünce; başına bir kurt postu geçirerek "Bu bu bu" diyerek onu güldürünceye kadar şakalaşması küçük bir örnektir. Mevlâna’nın çocuklara şefkat ve merhamet konusunda da peygamberimizi örnek aldığı görülür. Hz. Enes (r.a.) der ki: "Rasûlüllah (s.a.s.) biz çocukların arasına karışır ve güler yüzle bize latife ederdi." (Tecrid-i Sarih 12/152) Yine Hz. Enes diyor ki: "Rasûlüllah (s.a.s.)’a on yıl hizmet ettim. Allah’a yemin ederim ki, bana katiyyen bir defa "uff" demedi, herhangi bir şey için de bana, bunu niçin böyle yaptın? Şöyle yapsaydın ya!" (Müslim;Fedail,51; Tecrid-i Sarih 12/136) dememiştir.
Mevlâna, elbette ki kadına da, İslâm’ın tavsiye ettiği değeri vermiştir. O, kadın için: "O güzel sevgili, sanki kalpleri cezbeden bir pınarın nurudur." Diyerek bu konudaki görüşünü dile getirir.

Sevgili Peygamberimiz’in kadınlar hakkındaki tavsiyeleri çoktur. Burada da bir tanesini nakledelim. Peygamber Efendimiz buyurur ki: "İman yönünden mü’minlerin en mükemmeli, ahlâkı güzel olanlarıdır. Sizin en hayırlınız da kadınlarına karşı iyi davrananlarınızdır. (Ahmet b. Hanbel;Müsned, 2/272)  Pek tabidir ki Mevlâna dünya hayatına ve dünya malına fazla değer vermezdi. Kendisine gelen hediyelerin muhtaçlara dağıtılmasını isterdi. Maddî yönden sıkıntısı olanlara yardım elini uzatırken, bunu karşısındakini incitmeden, başkalarına sezdirmeden son derece zarif bir tavırla yerine getirirdi. Müridlerinden Osman Gûyende yeni evlenmişti. Para sıkıntısı çekiyordu. Durumu hisseden Mevlâna, bir gün ona: "Ey Osman! Bundan önce güzel bir âdetin vardı. Sık sık elimizi sıkardın. Uzun zamandır bu âdeti terkettin, sebebi nedir?" deyince, Osman Gûyende O’nun elini öpmek ister. Mevlâna da gizlice eline para sıkıştırır ve: "Bu âdetini daima koru" der. Osman, bu parayla ihtiyaçlarını giderir.
Mevlâna’nın sevgi ve tevâzusu, yalnız müslümanlara değil, din ayrımı yapmaksızın bütün insanlara şamildir. O, kendisine selâm veren, önünde secde edercesine yere eğilen hristiyanlara, o da aynı şekilde mukâbele etmiştir. Bu konuda yine Hz. Peygamberi örnek alır. Yüce peygamber, kendisine eziyet eden müşriklere hiçbir zaman lânet etmemiş, onların, hidâyete ermeleri için duâda bulunmuş, herkese dostluk elini uzatmış, yahûdî komşusu hastalanınca onu ziyaret etmiştir.
Mevlâna’nın en belirgin özelliklerinden biri de engin hoşgörüsüdür. Mesnevî’de başkalarının ayıbını yüzüne vurmamak gerektiğini nasihat ve hikâyelerle defalarca dile getirir. Hiç kimsenin hatası dolayısıyla incitilmesini istemez.
O, şu tavsiyede bulunur: "Eğer dostlarınızın kötülüklerini size anlatırlarsa, sizin onları yetmiş kere hayırla ve iyi niyetle te’vil etmeniz gerekir. Onu açıklamaktan tamamiyle âciz kaldığınız zaman, "bunun sırrını o bilir" deyiniz ve konuyu kapatınız ki, dünyada dostsuz kalmayasınız. Çünkü ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır." Mevlâna’nın insan sevgisi ve hoşgörüsünü dile getiren olayların hepsinde ortak bir yönünün vurgulandığını görüyoruz. Gurur ve kibirden uzak, son derece alçak gönüllü oluşudur. Onun her tavrına, bütün düşüncelerine tevâzû hâkimdir. O gönüller sultânı; kendisini sevenlerin çokluğu, ilmi ve şöhreti karşısında tam bir tevâzu örneği sergiler. Kendi dininden olmayanlara secdeyle selâmı, cüzzamlılara yakınlığı, sarhoşu incitmelerine üzülmesi, çocukları beklemesi onda tevazünün en yüksek seviyede olduğunu gösterir. Kendisini hiçbir zaman diğer insanlardan üstün görmemiş, daima bir kul olmanın şuurunu taşımıştır. Mesnevî’de gurur ve kibrin kötülüğünü anlatırken çarpıcı bir örnek verir. "Şeytan, kibri yüzünden ebediyyen lânetlenmiştir. Cennetten hatası sebebiyle çıkarılan Hz. Adem ise, tevâzû ile tevbe etmiş, tekrar Hakk’ın lütfuna nail olmuştur."  

Yukarıda yapılan karşılaştırmalardan anlaşılıyor ki, Mevlâna’nın bütün hareket ve davranışlarında Hz. Peygamber’i örnek aldığı Kur’an ve Sünnetten hiç ayrılmadığı açıkça görülmektedir. Mevlâna Cenâb-ı Hakk’ın has kullarındandır. Allah aşkıyla yanan gönlü ancak ibâdetle sükûn buluyordu. Bu yüzden onun, ömrünün büyük kısmını ibâdetle geçirdiğini görüyoruz. Geceleri az dinlenir, gerçek dinlenmeyi ibâdette bulurdu. O şöyle söyler: "Şiltesi dikenden olan kimse hangi yanma yatarsa yatsın, nasıl rahat eder? Bir an dinlensem, ruhum dinlenmez, bir an dinlenmediğim zaman dinlenirim.” Bir dörtlüğünde şöyle seslenir:

“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum
Ben kulluğumu lâyikiyle îfâ edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir.
İlâhi! Ben ise sana kul olduğum için seviniyorum.”
Mevlâna; mutasavvıf, mütefekkir, din adamı, şâir, eğitimci gibi değişik vasıfların sahibi olarak tarihin ender şahsiyetlerinden biridir. Bu itibarla fikirleri ve eserlerinin tesiri çok geniş bir zaman ve mekâna yayılmış, günümüze kadar ulaşan tesiri yalnızca Türk edebiyatı ve sanatını değil, doğu ve batı âlemlerini de içine almıştır. Özellikle onun olgunluk döneminin ürünü olan Mesnevî ve fikirlerini yaşatmak üzere kurulan Mevlevi tarikatı, bu etkinin yaygınlaşmasında büyük rol oynar.
O’ndan ilhamını alan Mevlevîlik halkası içinde yüzlerce şâir, mûsikîşinas, hattat, âlim ve binlerce insan bu ışıktan faydalanmıştır. Yalnızca Mevlevîler değil, bütün Türkler, doğudan ve batıdan binlerce insan Mesnevî ile aydınlanmıştır.
Mevlâna hayatı boyunca, daima düzeltici, onarıcı, ihya edici bir rol oynamıştır. O, bir gönül eğitimcisi olarak; insanlara sevgiyi, gerçek aşkı, Hak ve hakikat yolunda örnek insan olmayı, güzel ahlâk, dürüstlük, ferdiyetten sıyrılmak, benlikten arınmak gibi değerleri adetâ enjekte etmiştir. İnsanı etten, kemikten bir vücut olmaktan çıkarıp, gönül âlemlerinde ilahi aşkı tattırmış ve Hakk’ın varlığında yücelmeyi öğretmiştir. Mevlana, dini, dili ve ırkı ne olursa olsun bütün insanlara seslenebilmiş ve onlar günahlarla dolu olsalar bile gönüllerine girip yer etmiş, insanlığın kurtuluş ümidinin sembolü olmuştur. Böylece, Anadolu’daki gayr-i müslimlere bile eşsiz bir huzur ve barış örneği olmuş, Anadolu’da Türk hâkimiyetinin yerleşmesinde büyük hizmeti geçmiştir. İnsanları çeşitli kamplara bölme gayretlerinin yoğun olduğu günümüzde, insanlığın; insan sevgisi ve hoşgörü konusunda Mevlâna’dan alacağı çok şey vardır. Onun anlama ve anlatmaya değer nice düsturlarının olduğunu da unutmayalım. En önemlisi bunun bizim bir ödevimiz olduğu gerçeğini aklımızdan çıkarmayalım. Vefatının 748. Yıldönümünde onu rahmet ve minnetle anıyoruz.

                       

İNSAN, KIRK KAPILI HAN

Mümin ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen kimsedir. Sağlıklı ve huzurlu bir hayatın vazgeçilmez unsurlarından biri de şüphesiz kendimizle ve yakın çevremizle kurduğumuz anlamlı ve kaliteli ilişkilerdir. Hepimiz kişilik özelliklerimiz, zevklerimiz, isteklerimiz ve tercihlerimizle birbirimizden ayrılırız. Birbirimize iyi gelen yönlerimiz olduğu kadar, tahammül etmekte zorlandığımız, iyi ilişkiler kurmada sıkıntı yaşadığımız zamanlar da olabilir. Hayattaki başarımız bu problemlerle başa çıkmada kullandığımız yöntemlerde kendisini gösterir. Sorunların çözümünde birbirimizden farklı tutum ve tekliflerle karşılaştığımızda olayları derinleştirerek çoğaltmak yerine çözüm üreten, kolaylaştıran taraf olabilmek erdemli insanların özelliklerindendir. “İstediğim gibi yaşarım, dilediğimi söylerim, canım ne isterse yaparım…” düşüncesiyle beslenen davranışlara girmek, psikolojik ve ahlaki açıdan hem kendimizi hem birlikte yaşadığımız kişileri yıpratır.

Peygamber Efendimiz, bir hadisinde müminleri “başkalarıyla ülfet eden, güzel geçinen” kişi olarak tanımlar; münafıkları ise “ne onların başkalarıyla ne de başkalarının onlarla ilişki kurabildiği kişi” (Müsned II, 393.) olarak tarif eder. Ülfet, ilişkilerde uyum, birlik ve beraberliği güçlendiren, insanların birbirine sevgi duyması ve destek olmasını sağlayan; kaynaşma ve birlikte yaşama eğilimidir. Kişilik özelliklerimiz ve karakterimizden yansıyan farklılıklar sebebiyle herkesle güçlü bağlar kuramaz, dost olamayız. Fakat İslam’ı temsil eden kişiler olarak “İslam” kelimesi içinde yer alan esenlik, huzur ve barışın sembolü olmaya gayret etmek, anlaşmazlıklar söz konusu olduğunda uzlaşmacı tutumlar sergilemek hepimizin görevidir.

Başarı formülünün en önemli bileşeni insanlarla iyi geçinmeyi bilmektir.                                                                                                                   25 yaşında çok başarılı olacağı izlenimi veren fakat sonraki yıllarda kendilerinden beklendiği ölçüde başarılı olamayan genç yöneticiler üzerinde yapılan bir araştırmanın sonuçları insanlarla güzel geçinmenin sadece günlük hayatımızda değil, iş hayatımızda da ne kadar değerli olduğunu gösterir. Araştırmanın sonuçlarına göre bu kişilerde dört baskın özellik vardır: “İnsan ilişkilerinde başarısızlık, otoriter olmak, üst yönetimle anlaşamamak ve aşırı hırs.”

Problemler karşısında ortaya koyduğumuz duygu, düşünce ve davranışlar hayatımızın şekillenmesinde önemli bir işleve sahiptir. Uzlaşmaya izin vermeyen çatışmacı tutumlar sergilemek ya da çözüm için farklı alternatifler denemeden “Elimden gelen bu kadar.” diyerek vazgeçmek sorumluluklarımızdan kaçmak demektir.

 

Geçinmek isteyen yolunu bulur, geçinmek istemeyen bahanesini!

Büyüklerimiz ne güzel söylemiş: “İnsan, kırk kapılı han!” diye.

Çaldığımız kapı açılmazsa denediğimiz yöntemler sonuç vermezse hemen ümitsizliğe kapılmayalım, vazgeçmeyelim. Açılmayan kapının önünde vakit geçirerek, kapıyı tekrar tekrar yumruklayarak enerjimizi tüketmeyelim. Geçelim ikinci kapıya, üçüncü kapıya. Değiştirelim yöntemlerimizi. Farklı arayışlar, yeni çözümler deneyelim. Nasip!

Kimine ilk vuruşta açılır kapılar, kimine son vuruşta!

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             

 

Bu yazı toplam 937 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
AİLE KÖŞESİ Arşivi
SON YAZILAR