BİLECİKLİ KAHRAMAN ZEYNEP

Doç. Dr. TANER BİLGİN

Bundan sonra Sakarya Gazetesinde vakit bulabildiğim ölçüde sizlere, güzel şehrimiz Bilecik ile ilgili tarihsel süreçte yaşanmış ilginç ve çoğu zaman bilinmeyen olayları aktarmaya çalışacağım. Umarım paylaştığım bilgiler siz kıymetli okurların da ilgisini çeker ve merak uyandırır.

Kuruluşun ve Kurtuluşun şehri nitelemesine mazhar olan bu coğrafya da elbetteki sayısız kahramanlık örneklerine rastlamak mümkündür.  Ancak Türk tarihinde binlerce isimsiz kahramanımız mevcut olmasına rağmen bu isimlerin gün yüzüne çıkmaması da bir o kadar üzücü. 

Benimde amacım, bu isimsiz kahramanlara bir nebze de olsa ahde vefa göstermek ve tarihte yapmış oldukları fedakarlıkların gün yüzüne çıkmasına katkı sağlayıp insanlarda farkandalık yaratmaktır. Dolayısıyla bu haftaki “Bunu biliyor muydunuz?” isimli köşemizde Dünya kadınlar günü  olması münasebetiylede, Milli Mücadelenin yaşandığı yıllara bir tarih yolculuğu yaparak Bilecikli “Kahraman Zeynep’i” anlatmaya çalışacağım.

Osmanlı Devletinin kuruluşuna ev sahipliği yapan Söğüt’te atamız Ertuğrul Gazi hazretleri yatmaktır. Bu nedenle 13. yüzyıldan beri Ertuğrul Gazi Türbesi özellikle Karakeçili Yörükleri ve Müslüman halk tarafından sürekli olarak ziyaret edilmektedir. 1919 yılında ağaçların içerisinde bir kubbe altında yer alan Ertuğrul Gazi Türbesinin Türbedarlığını Turgut Hoca yapmaktadır. 

Hikâyemize konu olan Zeynep de Söğüt’ün Gündüzbey köyünden ve Karakeçili Yörüklerindendir. Zeynep ara sıra en temiz elbisesini giyerek, başına ninesinden kalma gül ve sümbül işlemeli nefis başörtüsünü örter ve dayısı olan Türbedar Turgut Hocayı ziyaret ederek Türbenin kandillerini siler, halılarını süpürürdü. Zeynep’in iki kızı vardı. Eşi Satılmış Ağa ise diğer erkekler gibi askerdi, lakin uzun zamandır kendisinden mektup alamamıştı. Yalnız Dalkılıçoğlu İsmail’den gelen bir mektupta eşinin Ankara taraflarında bir kağnı kolunda Milli kuvvetlere cephane taşıdığı bilgisi vardı. Bununda dışında bir şey bilmiyordu.

1921 Ocak ayının ilk günlerinde “gâvur geliyormuş”, “Yunan geliyormuş”, “herkesi kesiyor”, “her tarafı yakıp yıkıyormuş” şeklinde köyden köye, kasabadan kasabaya uğursuz bir haber yayılmıştı. Çok vakit geçmeden bu kara haber gerçeğe dönüştü. Bir canavar sürüsü, bir kundakçı çetesi köyleri basmaya başladı. Köylerden ormanlara kaçabilenler canlarını namuslarını zor kurtarmıştı. Ele geçenler ise camilere doldurularak diri diri yakılmış, kadınlar ve genç kız çocukları ise hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği en kirli muamelelere maruz kalmıştı. Zeynep ise canını zor da olsa kurtaranlar arasındaydı. 

Bu zulüm, ateş ve kan fırtınası biraz geçince ormanlara kaçan halk evlerine yeniden dönmeye başlamıştı. Zeynep de dağlardan yavaş yavaş ve korkarak köyüne yaklaşmıştı. Kenarda köşede birkaç evin dışında her yer, kül yığını haline gelmişti. Hayvanlar sürülüp götürülmüş, cami duvarına kömür ve Müslümanların kanlarıyla büyük haçlar çizilmiş, cami minaresinde ise mavi beyaz Yunan bayrağı sallanıyordu. Harabelerin arasından belleri bükülmüş, yüzlerinin renkleri solmuş ve çizgileri derinleşmiş, bazıları yaralı birkaç insan gözüküyordu. Zeynep sordu:

⦁    Aman Bacı! Kızlarımı gördün mü? Nerededir, bilir misin?

⦁    Ah bilmem kızım, bilmem yavrum!

Öbür taraftan birisi:

⦁    Ah, ne diyeyim bilmem ki… Büyük kızını bir Yunan askeri saçından sürükleyerek, Gökçay tarafına götürürken “Yetişin” diye bağırıyor, ağlıyordu. Uzaktan görmüştüm.

Saçı ve sakalı yolunmuş, başı yarılmış bir ihtiyar ise:

⦁     Sen nasıl kurtuldun Zeynep?

⦁    Köye baskın yapılırken tarlada idim de dağlara kaçtım.

⦁     Ne mutlu sana 

⦁    Ya yavrularım!! Ana kuzularım!!

⦁    ….

Zeynep çılgın bir anne şefkatiyle evine doğru koşmuş ve sıcak külleri tırnaklarıyla eşmeğe başlamıştı. Bir kül ve kömür yığınından başka bir şey görülmüyordu. İleride avluya, samanlığın kapısının yanına gitti. Dört yaşındaki küçük kızı Zeliha’yı yarısı yanmış bir halde bulunca, bu yarı kömür olmuş vücudu bağrına basarak feryat figan bağırmaya başlamıştı. Zeynep’in evladı için döktüğü gözyaşı ve feryadı yürekleri dağlar bir nitelikteydi.

Buna benzer felaketler içinde bulunan birkaç köylü yetişerek “düşman da belasını bulur, eden bulur dünyasını” tesellileri içinde bu bedbaht Türk yavrusunun naaşını elinden alarak Zeynep’i oradan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Zeynep deli gibi olmuştu. Büyük kızının izinden gitmek istiyordu. Gökçay uzak değildi. O tarafa koşmaya başladı. Daima bağırıyordu:

⦁    Güllü, Güllü… kızııımmmm! Yavruuummm!!! Kınalı kuzum!!!! Sess ver, ne olur Güllü Gülllüüüüüü!!! 

Bu ses Gökçay yanındaki kadife yosunlu kayalara çarparak bir iniltiye benzeyen “Güllü!” akisleri geliyordu, adeta başka hiçbir ses yoktu.

Zeynep, çay kenarlarını dolaşmaya başladı. Sönmüş sigaralara, şişe kırıklarına tesadüf etti. İleride bir ağaçta asılı bir vücut vardı. Henüz on üç yaşındaki Güllü, sırma saçlarından bir ağaca asılmıştı. Bir gül kadar nazik ve beyaz göğsünden bir süngü yarasının kırmızı kanları akmıştı. Yırtılmış ve hakaret görmüş bir Türk bayrağına benziyordu. 

Felaket içindeki birkaç köylü bu felakete de koştular, Güllü’nün naşını ve annesi Zeynep’i köye getirdiler. 

Sabahleyin erkenden Zeynep elinde bir değnekle köyden kimseye haber vermeden çıkıp yola koyuldu. Keçi yollarından, ıssız yerlerden saatlerce yürüyerek garip bir hisle Ertuğrul Gazi Türbesine geldi. Türbe, Yunanlılar tarafından bombalanmış, büyük yapraklı ve yaldızlı kitapları ise Türklere hakaret olsun diye parçalanmış, yerlere atılmış ve sayfaları kirletilmişti. İşlemeli ceviz rahle o kadar yüksek kıymeti olduğu halde götürülmemiş parça parça edilerek fırlatılmıştı. 

Zeynep, dayısı Turgut Hoca’yı oraya yakın, yanmış bir köyde kalabilenlerden sordu: Öldü mü, kaldı mı, bilmiyoruz!” dediler. Artık Zeynep bir bomba olmuş, kin dolmuştu.

Zeynep’in eşi, Eskişehir’e yarım saatlik mesafede Türk istiklallerinden birinin ilan edildiği tarihi yer olan Karacahisar Yörüklerinden idi. Zeynep Karacahisar’a geldi, kocasını sordu: “Sağmış” diyenler vardı. 

Zeynep, düşmana daima kin ve hınç düşünceleri içindeydi. Bir gün Karacahisar’ın harap kale duvarlarının yanında uyuklarken bir rüya gördü. Rüyasında Yunanlılar tarafından şehit edilen iki kızının kendisinin elinden değneği alarak yerine bir tüfek verdiğini görmüştü. Bu rüya yaralı annenin ruhu üzerinde tuhaf bir tesir bırakmış ve rüyaya manalar yüklemeye başlamıştı.

Zeynep artık oralarda duramadı. Köyden bir çobanın eski elbisesini alıp giyerek tenha yerlerden Sakarya zaferi için çarpışan ordumuza katılmak için yola koyuldu. 

Tesadüfi olan rüyayı kendisi tahakkuk ettirdi. Duatepe’de elinden değneği fırlatarak bir mavzer aldı. Siperler içinde kahraman askerlerle beraber aslanlar gibi harp etti. Epey düşman tepeledi, Yunan’ın kaçışına şahitlik etti.

Sonra Zeynep Ankara’ya doğru geldi. Her kağnının yanında eşi Satılmış Ağayı bulacağını düşünüyordu. Birçok kağnıların iniltisini, eşinin kağnısı zannederek seslere koşuyor, fakat eşini bir türlü bulamıyordu. Halbuki eşi, düşman elinde kalan karısı Zeynep’ten ve çocuklarından ümidini çoktan kesmiş, mütevekkil ve sabür Yahşihan’a cephane getirmekle meşguldü. 

Sakarya zaferinden beri epey vakit geçmişti. Bir sene olmaya birkaç ay kalmıştı. Hala vahşi düşman ötelere atılamamıştı. 

Zeynep herkese, aklı erenlere Yunan’ın halini sorardı. Düşman zayıfmış, askeri azmış haberlerini duyardı. Bir gün güllü, sümbüllü başörtüsünü koynuna soktu. Her tehlikeyi göze aldı. Yine bir çoban elbisesiyle köyden köye giderek hakikati anlamak ve gelip ordumuza haber vermek merakına düştü. Bu fedakâr Türk kadını yola çıktı. Üç dört haftada Ertuğrul’un türbesi yanına kadar geldi. Alçak düşmanın ne derece korkak, adi ve hırsız olduğunu gördü. Köylerden geçen her Yunan neferinin bir biçimine getirerek silahını elinden almak, icabında Yine birkaçını öldürmek cesaretini ruhunda buluyordu. Zeynep Türk topraklarının yakında bu katil kâbustan herhalde kurtarılacağına kuvvetle inanmıştı. 

*   *

26 Ağustos 1922 tarihinde Türk ordusu Büyük Taarruza başlamıştı. Başkumandan Muharebesinde, Dumlupınar’da perişan olan düşman her yerden kaçmaya başlamıştı. 

Zeynep ise Türk ordusu ile birlikte kaçan düşman askerlerini takipteydi. Yunan kuvvetleri Ertuğrul Gazi Türbesini ateşe vermiş, bütün duvarlarını yıkmış kafile kafile kaçmaktaydı. Zeynep kutsalına yapılan bu hakareti hazmedemiyordu, derken kaçmaya çalışan bir grup düşman askeriyle Ertuğrul Gazi Türbesinin hemen yakınında karşı karşıya geldi. Kenara kıstırdığı bir Yunan neferinin başını taşla ezdi. Ardından Asker Zeynep, milliyet ve faziletleri bütün dinçliğiyle ruhunda yaşatan kahraman Türk kadını, karşıdan gelen sekiz on kişilik bozgun düşmana ateş etmeye başladı. Birkaçını tepeledi, fakat kendisi de sol kolundan yaralanmış, kanlar içinde kalmıştı. Bu kahraman Türk kadını, koynundan gül ve sümbüllü, sevgili başörtüsünü hemen çıkararak yarasından akan kanı durdurmak için kullandı. Zeynep bir taraftan da düşmana ateş etmeye devam ediyor ve korkaklar, alçaklar, katiller diye bağırıyordu. Düşman askerleri Zeynep’e silah atmak yerine korkudan canlarını kurtarmanın derdine düşmüş ve kaçmaya başlamıştı. 

Harikalar, mucizeler gösteren büyük bir milletin kızı olan Zeynep kaçan düşmanın ardından ateşe devam etti. Birkaçını daha devirmeyi başarmıştı. Ancak çok fazla kan kaybettiği için daha fazla direnemeyerek Ertuğrul Gazi Türbesinin yıkık taşları üzerinde bayılıp kalmıştı.

Kahraman istiklal ordusunun büyük kuvvetleri yetişmişti. Kaçan kundakçıları Türk süvarileri bir yıldırım süratiyle kovalıyordu. 

Şahin bakışlı genç bir süvari mülazımı olan Özdemir Alaaddin Bey, harabeye dönen türbeye geldiği vakit orada Zeynep’i buldu ve onun kahramanlık menkıbesini tafsilatıyla öğrendi… Zeynep’in yarasına sarmış olduğu kanlı başörtüsünü alarak Ankara’da müzeye gönderdi. Zeynep’in yarası sarıldı, iyileşti, Türk ordusunun zafer haberi canına can kattı. 

Aradan epeyce gün geçmişti. Bir ara Ankara’ya gelen Zeynep’in eşi arkadaşlarıyla hikâyesi dillerde dolaşan bu harikalı başörtüsünü seyre geldiği zaman gül ve sümbül nakışından onu tanıdı. Üzerindeki yaftayı okuyunca bu kahraman kadının Zeynep’i olduğunu öğrendi, çok sevindi. Acaba yavruları ne olmuştu? Onu merak ediyordu.

Zeynep’in eşi müzede iken Zeynep, kahraman Türk ordusuyla birlikte kalbinde sevgili İzmir’in kurtuluş sevinci olduğu halde, sargılı elindeki silahıyla yeşil Bursa’ya muzaffer ve mağrur giriyordu. 

İstiklâlsiz yaşamayı ölüm addeden Türk kadınları Milli Mücadele Dönemi boyunca vatanın işgalden kurtuluşu adına bizzat ön cephede savaşa katılmıştır. Bugün düşmandan temizlenmiş her karış toprakta onların emeği, kanı ve gözyaşı bulunmaktadır. Bilecikli Zeynep bunlardan sadece birisidir. 

Üstün bir kahramanlık örneği sergileyerek tarihe adlarını altın harflerle yazdıran başta Bilecikli Zeynep’i ve bütün kahraman Türk kadınları rahmetle yâd ediyorum. 

Kadınlar belki doğası gereği zayıftır lakin acıya en fazla onlar dayanır. Mustafa Kemal Atatürk’ün de söylediği üzere; Dünya’da hiçbir milletin kadını, “Ben Anadolu kadınından fazla çalıştım. Milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim” diyemez. Bu vesileyle Doğumdan ölüme kadar hayatımızın her anında varlıklarını hissettiğimiz, bizi biz yapan değerli kadınlarımızın bu özel gününü yürekten kutlarım.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.