DENGE

NECATİ TAYYAR TAŞ

İnsanı dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturmak ve faziletli bir hayata ulaştırmak için gönderilen İslâm, herhangi bir coğrafî bölge, zaman, mekân ve ırk farkı gözetmeksizin bütün beşeriyeti karanlıklardan çıkarıp nura erdirmeyi hedef almış ve yeryüzündeki her şeyi emrine verdiği âdemoğluna “Allah’ın Halifesi” ünvânını layık görmüştür. Bu hilafet mertebesinin gereği olarak insan, O’nun rızasına uygun şekilde yeryüzünün yapı ve terkibinden istifade ederek, kâinatın sırlarını araştırarak, toprağa bürünmüş olan enerji kaynaklarını, madenlerini, çeşitli yeraltı ve yer üstü cevherlerini Allah’ın izni ve ruhsatı ile keşfederek dünyada Allah’a kul olabilmenin imtihanını başarmak durumundadır. Çünkü yüce Allah, “İnsanları ve cinleri kendisini tanımaları ve ibadet etmeleri için yarattığını” bildirmektedir. Kullukta kemal derecesi ise, yaratanı ve yaratılanı bilmek ve tanımaktan geçtiğini mukaddes kitabımız şöyle beyan eder: “Allah’ın kulları arasında O’ndan korkan, ancak bilginlerdir. Doğrusu Allah güçlüdür, bağışlayandır.”

Allah’a halifelik dünyada yapılacağına göre, insanın bu dünyadaki bütün işlerinde kulluğa yaraşır bir hayat sürmesi gerekir. Bu da ancak ilim ve amel ekseninde bir yaşamla mümkün olabilir. Çünkü, ilim bir temel, amel de bu temel üzerine kurulan bir bina gibidir. Bina olmadıkça yalnızca temel, ihtiyacı gideremediği gibi, temel olmayınca da, bina vücut bulmaz. O halde ne amelsiz ilim, ne de ilme dayanmayan amel insanı maksadına ulaştırmaz. İnsan ilimle kendini tanıyacak, kainatı tarayacak, Rabbını tanımlayacak, ameliyle Allah’a kavuşacaktır. Onun için, ilim araç, amel amaçtır. Asıl olan Allah’ın rızasını kazanmaktır. İlim, talebenin gayesi değil vesilesi olmalıdır. Çünkü ilmin hedefi ameldir. Bu sebeple, her nefis yarın denen âhiretini bu dünyada hazırlamakla mükellef tutulmuştur. Bu ‘hazırlık’ yapılırken ne dünya ihmal edilmeli ve ne de âhiret. Bu denge, düz duran tahtaravelli gibi olmalı. Uçlardan biri yerde, diğeri havada olursa denge bozulmuş olur. Bu keyfiyet, cihan Nebisi’nin “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalış” fermanıyla, “Kıyamet kopsa da, elindeki fidanı dik” tâlimatıyla ne güzel formule edilmiştir. Bu formule format olmakta ayak direten ‘Şark ve Garp’, eğer adına yaşamak denirse, hep bunun için tek bacak ve tek kanat yaşamaya mahkûm olmuş ve bu kafasız kafaya hizmet ettikçe de hep böyle mutsuz yaşamaya müstehak olacaktır. Keşke insanlık, doğunun allâme mütefekkiri Dr. Muhammet İkbâl’i ön şartsız okuyup anlasıydı. O diyor ki: “İslâmiyet madde-mânâ sentezidir. Şark maddeyi küçümsemiş, onun pençesinin altına düşmüş; Garp ise, madde hakimiyetinin farkında olmadan esiri olmuştur.” Sultan’uş şuarâ pâyesiyle mâruf merhum Kısakürek’in kaleminde beyitleşen Doğu ile Batı arasında geçen şu mânidâr konuşma da bu gerçeği resmetmiyor mu? Doğu der ki Batı’ya, güneşi fethetsen de / Ruh gerçeği bendedir, madde yalanı sende.

Ya Kur’ânın koyduğu ölçüler: “Bir işi bitirince, diğerine başla. Bir işi yapmaya karar kılınca, artık Allah’a tevekkül et.” Bunlar ne muhteşem öğretiler ve öğütler... Bunları anlasaydık, anladıklarımızı anlasaydık, anlamadıklarımızı anlasaydık, maddî ve mânevî mâmurluğumuz herhalde daha ‘güzel’ olacaktı.

Daha güzel yarınlar ve mutlu öteler için kutlu kitabımızın şu kutsal mesajlarına kulak verelim: “ Ey insanlar! Allah’tan sakının, herkes yarına ne hazırladığına baksın, Allah’tan sakının, çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır. Ama tartıları ağır gelen kimse hoş bir hayat içinde olacaktır. Tartıları hafif gelenler ise, onların yeri bir çukurdur. O çukurun ne olduğunu sen bilir misin? O, kızgın bir ateştir. Her kim bu dünyada körlük ettiyse, o artık âhirette daha kör ve gidişçe daha şaşkındır. Kim bir iyilik getirirse ona daha iyisi verilir. Onlar o günün korkusundan güvendedirler. Kötülük getiren kimseler, yüzükoyun ateşe atılırlar. Ya siz yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılacaksınız denir. İnsan ancak çalıştığına erişir. Onun çalışması şüphesiz görülecektir. Sonra ona karşılığı eksiksiz verilecektir. Sizi boşuna yarattığımızı mı zannettiniz. Yoksa inananlar inandık demeleriyle bırakılacaklarını ve kendilerini imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar. Yoksa kötülük yapanlar bizden kaçabileceklerini mi sanırlar. Ne kötü hüküm veriyorlar. And olsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız, kendilerine de bir bir soracağız.”

Denge, orta yoldur, emniyettir. Bu sebeple, “İşlerin en hayırlısı ortasıdır” denmiştir. Kur’ânın “Böylece, sizler insanlara birer şahit (örnek) olasınız ve Peygamber de size bir şahit (örnek) olsun diye sizi orta bir ümmet yaptık” şeklindeki kelâmı da bu ‘denge’ye işaret etmektedir. Adâlet, her türlü dengeli hareket, seçkinlik, önderlik, haktan kesinlikle ayrılmamak, kılı kırk yararcasına hakemlik yapmak “orta ümmet” olmanın olmazsa olmazlarındandır. Nitekim Kur’anın öğrettiği şu duâ, bu ‘denge’nin hatırına bütün duaların anası sayılmıştır: “ Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.