ORTAKLIK BİRLİKTE İŞ YAPMANIN BEREKETİ

Cumadan Gönüllere

Allah Resûlü Milâdî 622 yılında Mekke'den ayrılmak zorunda kalmış ve Medine'ye yerleşmişti. Müşriklerin zulmüne dayanacak güçleri kalmayan diğer Müslümanlar ise daha önce Medine'ye hicret etmişlerdi. Muhacirlerin ellerinde hiçbir şeyleri yoktu. Zira onlar, her şeylerini Mekke'de bırakıp Medine'ye gitmişlerdi. Üstelik geçimlerini sağlayacak herhangi bir işleri de yoktu. Medineli Müslümanlar ise mal, mülk sahibi idiler. Muhacirlere yardımcı olmak istiyorlardı. Çünkü Allah Resûlü onları kardeş ilân etmişti. 

Bu sebeple Medineli Müslümanlar, hurmalıklarını muhacir kardeşleri ile kendileri arasında paylaştırmasını Allah Resûlü'nden rica ettiler. Fakat o (sav), bu teklife razı olmadı. Bunun üzerine ensar, hurmalıklarında muhacir kardeşlerine ortaklık teklif ettiler. Allah'ın Elçisi bu teklife razı oldu. Buna göre hurmalıklar ensardan; bakım, sulama, hasat gibi işler muhacirlerden olacaktı. Hz. Peygamber'in ortaklığı onayladığını gören sahâbîler, “İşittik ve itaat ettik.” dediler.

Allah Resûlü bu tavrı ile ümmetine, çalışacak durumda olan insanlara maddî yardım yerine iş verilmesinin daha doğru olacağını gösteriyordu. Bunun yollarından birisi de ortaklıktı. Ortaklıkta taraflar için bir yarar söz konusu idi. Özellikle muhacirler iş güç sahibi oluyor, diğer Müslümanlara yük olmadan alın teri ile geçimlerini sağlama imkânına kavuşuyorlardı. Arazisini ortağa veren ensârın da bu ortaklıkta kazancı vardı. Sonuçta ortaklık bir yönüyle dayanışmanın, bir yönüyle istihdamın, bir yönüyle üretimin ve bir yönüyle de toplumsal refah ve huzurun kaynağı idi.

Allah Teâlâ ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem'i yarattıktan sonra onunla kaynaşması, beraber olması, hayatı paylaşması için hayat ortağı olacak eşi Havva'yı da yarattı. Böylece ilk insanın ilk ortaklığı da başlamış oldu. Bütün hayvan ve bitkileri de çoğalmaları için çift olarak yarattı. Bu da bir nevi ortaklıktı. Sadece kendi zâtı ortaklıktan müstesna idi. Çünkü O, Ehad (tek olan), Samed (her şey kendisine muhtaç olduğu hâlde kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan) ve yegâne Yaratan idi.

Risâletle görevlendirdiği bütün peygamberlere de Yüce Zâtının her türlü ortaktan, ortaklıktan münezzeh olduğunu bildirmiş, bir olmanın ifadesi olan tevhidin sadece zâtına mahsus olduğunu bütün kâinata yaymalarını emretmişti.

Bunun gereği olarak ilâhî mesajın temel hedefi, Allah'ın 'bir'liğine davet ve insanları O'na ortak koşmaktan alıkoymak olmuştu. Lokman (as) oğluna öğüt verirken, 

“Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.”  demişti.

Müşriklerin Hz. Peygamber'e, “Rabbini bizlere tanıt!” demeleri üzerine İhlâs sûresi nâzil olmuştu: 

 “De ki; O Allah tektir, Allah Samed'dir (O hiçbir şeye muhtaç değildir ama bütün varlıklar O'na muhtaçtır). Doğurmamış ve (birinden de) doğmamıştır. Hiçbir şey O'na denk (ve benzer) değildir.”

Kur’an-ı Kerim’deki;

 “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.” âyetinde de insanların birbirine muhtaç yaratıldıkları ve bu şekilde hayatlarını sürdürüp kazanç elde edebilecekleri bildirildikten sonra asıl kazancın Allah'ın rahmetini elde etmek olduğu bildirilmiştir.

Böylelikle yaratılanların tümünün hayatlarına devam edebilmeleri için bir şekilde ortaklığa muhtaç oldukları bildirilmiştir. Bütün yaratıkların ortaklık olmadan varlıklarını sürdürememeleri de bir anlamda, Yüce Allah'ın kudretinin, 'bir'liğinin anlaşılması için bir vesile olmuştur.

İnsanlar ilk dönemlerden itibaren hayatlarını sürdürebilmek için kaçınılmaz bir şekilde birbirleriyle yardımlaşarak ya da ortaklaşarak yaşamışlardır. Toplumun en küçük birimi olan ailede her bireyin kendi imkân ve yaratılışına uygun bir görevi olduğu gibi toplum genelinde de aynı durum söz konusudur. Dolayısıyla çiftçilik, zanaat, ticaret gibi insanların ihtiyaç duydukları her konuda dolaylı ve dolaysız ortaklık olduğu söylenebilir. Bu anlamda hayatın bir ortaklıktan ve ortaklaşa iş yapmaktan ibaret olduğu ve kişilerin farkında olarak veya olmayarak diğer insanlara bir şekilde hizmet ettiği söylenebilir.

Bu bağlamda insanların iş-emek ortaklığı kurmaları ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Hz. Dâvûd kıssasında bazı bilgi ve tavsiyelerin yer aldığı görülmektedir. Miras paylaşımını anlatan âyetlerde,  “...Eğer (kardeşler) birden fazla olurlarsa, üçte birde ortaktırlar.” buyrulurken de mal ortaklığının meşru olduğuna işaret edilmiştir.

Ancak ortaklık denilince daha çok kişilerin emek ve sermayelerini birleştirip ortaklaşa iş yapmaları akla gelmektedir. Hz. Peygamber'in risâletle görevlendirildiği dönemde, insanlar çeşitli ticaret ortaklıkları kuruyorlardı.

Hatta kendisi de es-Sâib b. Ebu's-Sâib el-Mahzûmî ile ortaklık yapmıştı. Nitekim es-Sâib Mekke'nin fethi sırasında Allah Resûlü'nün yanına gelmiş, orada oturanlar onu övmeye ve iyiliklerini anlatmaya başlayınca Allah Resûlü de “Ben onu sizden daha iyi tanırım.” buyurmuştu. Bunun üzerine es-Sâib, “Evet, ey Allah'ın Resûlü. Gerçekten sen beni iyi tanırsın. Anam babam sana feda olsun. Benim ortağım idin. Ne de iyi bir ortak idin! Bana ne muhalefet ederdin, ne de benimle çekişirdin.” demekten kendini alamamıştı.

Allah Resûlü, ticarî hayatın olmazsa olmazlarından olan ortaklık uygulamalarını, peygamberlikle görevlendirildikten sonra da desteklemiş, ashâbına ortaklaşa iş yapmalarını tavsiye etmiş, onları üretken olmaları ve kabiliyetlerini ortaya koymaları için teşvik etmişti.

Ticarî anlamda ortaklık uygulamaları insanların ihtiyaçlarına bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Toplumların bulundukları ortam ve ticarî şartlar da bu uygulamaların şeklini belirlemektedir. Hz. Peygamber'in bu konudaki tavrı, ilkeleri belirlemek ve yanlışlara müdahale etme şeklinde olmuştur.

Kutlu Peygamber'in bütün ticarî faaliyetlerde tavsiye ettiği; anlaşmalarda açıklık, doğruluk, karşılıklı rıza, istişare, hakkaniyete riayet etmek, aldatma, yalan ve faizden uzak durmak gibi prensipler ortaklık uygulamalarında da geçerli olmuştur. O, zaman zaman kendisine arz edilen bu tür durumlara ve tanık olduğu olaylara bu yönde müdahale etmiştir.

Meselâ, Zeyd b. Erkam ve Berâ' b. Âzib iki ticarî ortaktı. Bir defasında gümüş satın almışlardı. Bedelin bir kısmını peşin ödemiş, diğer bir kısmını da daha sonra ödemek üzere bırakmışlardı. Allah Resûlü bu alışverişten haberdar oldu. Peşin ödeme yapılan kısmı almalarını, borç bırakılan kısmı ise iade etmelerini istedi.

Peygamber Efendimiz döneminde, çıkacak mahsul aralarında ortak olmak üzere, tarla sahibi ile emek sahibi arasında yapılan ve daha sonraları “müzâraa” ortaklığı adını alan ortaklık türü yaygın olarak uygulanıyordu.

Nitekim Hz. Ali'nin torunlarından Ebû Ca'fer, “Medine'ye hicret eden hiç kimse yoktur ki ürünün üçte biri ve dörtte biri (toprak sahibine ait olmak) üzerinden ziraat ortakçılığı yapmış olmasın.” demişti. Çünkü insanların bu uygulamaya ihtiyaçları vardı. Her tarla sahibi, tarlasını işletme imkânına sahip olamadığı gibi, çalışma imkânına sahip herkesin de işleyecek tarlası yoktu. Müzâraa ortaklığı sayesinde arazi sahibi arazisini, emek sahibi de emeğini değerlendirmiş oluyordu.

Allah Resûlü (sav) sadece ziraat ortaklığına değil aynı zamanda ticaret ortaklığına da teşvik ederdi. “Mukâraza” denilen kâr paylaşımı esasına dayalı emek sermaye ortaklığında bereket olduğunu söylerdi. Onun sünnetini takip eden sahâbîler de bu tür ortaklıklar yapıyorlardı:

Hz. Ömer, hilâfeti döneminde Irak seferine çıkan iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah'ın Basra Emîri Ebû Musa el-Eş'arî'nin tavsiyesi üzerine bu şekilde ticaret yapmalarını önce onaylamamış ama daha sonra kabul etmişti. 

Hz. Osman da tâbiînden Ya'kûb el-Medenî'ye, kârı aralarında müşterek olmak üzere işletmesi için sermaye vermişti. Abdullah b. Ömer'e bazen yetim malı emanet edilir, o da bu malı yetim adına ticarî ortaklıkta değerlendirirdi.

Yine sahâbîlerin o günün ekonomik imkân ve şartlarına göre çeşitli ortaklıklar yaptıkları nakledilmiştir. Dolayısıyla Allah Resûlü'nün belirttiği ilkeler çerçevesinde insanların yararına olabilecek bütün konularda ortaklık yapılabileceği anlaşılmaktadır.

Sahâbîler, kârlı olacağını düşündükleri alanlarda güvendikleri insanlarla ortaklık yapmayı tercih ederlerdi. Abdullah b. Hişâm bu güvenilir insanlardan biriydi. Abdullah, Hz. Peygamber dönemini görmüş, annesi Zeyneb bnt. Humeyd kendisini Mekke'nin fethinde Resûlullah'a götürmüştü. Zeyneb, “Yâ Resûlallah! Oğlumla İslâm biati yap!” demiş, Resûlullah ise, “O (henüz) küçüktür.” buyurarak başını sıvazlayıp Abdullah'a dua etmişti. Hz. Peygamber'in duasını alan bu sahâbîye Abdullah b. Ömer ile Abdullah b. Zübeyr daha sonra ortak olmayı teklif etmiş, o da kabul etmişti. Birbirine güvenen bu ortaklar öyle çok kâr etmişlerdi ki, bu kâr zaman zaman, bir deve yüküne ulaşmaktaydı.

Ortaklık, ticarî bir faaliyettir. Başka din mensuplarıyla da ortaklıkta bir sakınca yoktur. Nitekim Allah Resûlü (sav), Yahudilerle de ziraat ortaklığı yapmıştır. Hicretin yedinci yılında Hayber fethedilince, Yahudiler kendi topraklarını Müslümanlarla ortaklaşa işletmek istediler. Buna göre her sene elde edilen ürünün yarısını kendileri alacak, yarısını da Hz. Peygamber'e teslim edeceklerdi. Allah Resûlü Yahudilerin bu teklifini kabul etti ve Hayberlileri (Hayber arazisinden) çıkacak ekin ve meyvenin yarısı karşılığında işçi olarak çalıştırdı.

Ortaklıktan verim alınabilmesi, tarafların dürüst olmalarına bağlıdır. Nitekim bir kudsî hadiste Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: 

 “Biri arkadaşına hainlik etmediği müddetçe, ben iki ortağın üçüncüsüyüm (onlara yardım eder ve onları korurum). Ama onlardan birisi diğerine hainlik ederse, ben aralarından çekilirim.”

Ayrıca Yüce Allah Kur'an'da, Hz. Dâvûd'un diliyle ortakları dürüst davranmaya çağırmaktadır. Hangi tür ortaklık olursa olsun, dürüst olmayan insanlarla yapılan ortaklıkların başarılı olması mümkün değildir. Bu noktada temel ilke aldatmamak ve aldanmamaktır. Ne haksızlık yapılmalı ne de haksızlığa maruz kalınmalıdır. Peygamber Efendimizin ortak bir kaptan hurma yenilirken dahi hakkaniyete riayet edilmesini istemesi ve bir şahsın diğerlerinin izni olmadan iki hurmayı birden yemesini hoş karşılamaması da bu hassasiyetin bir tezahürüdür.

Ortakların adaletten, hakkaniyetten ayrılmamaları en önemli husus olmalıdır. Kutlu Nebî'nin Yahudilerle yaptığı anlaşmada Müslümanları temsil eden Abdullah b. Revâha'nın adaletli tavrını takdir eden Yahudilerin, “Muhakkak ki yer ve gök, bu adalet üzerinde duruyor.” demeleri, bu hususların insanlar üzerindeki etkisini göstermesi bakımından önemlidir.

Emanete riayet etmek, ortakların dikkate almaları gereken bir diğer önemli husustur. Zira ortaklıkta taraflardan her birine düşen görev, emaneti korumaktır. Emanete hıyanet ise Allah Resûlü'nün hadislerine göre münafıklığın alâmetlerindendir.

Ticarî ortaklıkların asıl gayesi bir fayda sağlamak olduğu için taraflar bu amaç için özel şartlar koşabilirler. Nitekim Abbâs b. Abdülmuttalib alışveriş yapması için birisine sermaye verdiğinde ortağına o günün durumuna göre bazı şartlar koşmuştu. Hz. Abbâs'ın bu şartları Allah Resûlü'ne bildirildiğinde, o da bunları onaylamıştı.  Aynı şekilde ashâb-ı kirâmdan Hakîm b. Hizâm da ortağına sermaye verirken birtakım şartlar ileri sürerdi.

Ayrıca hakları korumak, haksızlıkları önlemek, gerektiğinde ispat kolaylığı sağlamak için bazı ortaklıklarda tarafların ortaklık sözleşmesi yapması, sözleşmede her şeyin açıkça yazılması da önemlidir. Karşılıklı rıza vazgeçilmez bir unsurdur.

Tâbiîn âlimlerinden Saîd b. Müseyyeb'in bu konudaki tavsiyesi ortaklık yapacak kimseler için oldukça yol göstericidir. Buna göre bir kimse bir kimseye “mudârebe” usulü (emek sermaye ortaklığı) ile para kazanmak üzere malını ve parasını teslim ederken sözleşme yapmalıdır. Sözleşmede gerekli her ayrıntı yazılmalıdır. Şirketin türü, sermayenin miktarı, sermaye ile ne iş yapılacağı, kâr oranları ve tarafların sorumlulukları açıklanmalı, sözleşmeye uyacakları belirtilmeli ve ilgili metin şahitler huzurunda taraflarca imzalanmalıdır.

Sermaye sağlayan kişi sayısı birden fazla ise onların isimleri, katkıları, elde edilecek kâr paylarının oranları da belirtilmelidir. Kâr ve zarar ortaktır. Ancak sermayeyi işletenin kendi kusurundan dolayı bir zarar söz konusu ise bu zararı işletmecinin karşılaması gerekir.

Sonuç olarak, günümüz toplumlarında farklı yapı ve fonksiyonlara sahip ortaklıkların insanların refah seviyesini yükselten, sermayeyi artıran en önemli vesileler olmasından hareketle Müslüman toplumların gelişen şart ve imkânlara paralel olarak ferdî teşebbüsler yerine ortaklık düşüncesi ile hareket etmeleri güzel sonuçlar doğuracaktır.

Ferdî yatırımların zayıf ve sönük kaldığı, haksız rekabetin birçok insanın yatırımına engel olduğu bir ortamda kolektif, paylaşımcı faaliyetlerin yapılması yararlı olacaktır. Neticede yeni istihdam alanları oluşacak ve ekonomik ilerleme kaydedilecektir. Allah Resûlü'nün, 

 “Sana fayda veren şeye çaba göster; Allah'tan yardım dile ve âciz olma!” tavsiyesinden hareketle ortaya konulacak gayretler insanlığa fayda verecek hizmetlerin oluşmasına zemin oluşturabilecektir.

                                                  KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

"Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, çeşitli alanlarda kimini kimine, derece derece üstün kıldik. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri dünyalık şeylerden daha hayırlıdır." (Zuhruf, 43/32)

GÜNÜN HADİSİ:

Ebû Hüreyre'nin Hz. Peygamber'e (s.a.s.) ait olduğunu belirttiği kudsî bir hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Birbirlerine hainlik etmedikleri müddetçe, ben iki ortağın üçüncüsüyüm (onlara yardım eder ve onları korurum). Ama onlardan birisi diğerine hainlik ederse, ben aralarından çekilirim.” (Ebû Dâvûd, Buyu', 26)

GÜNÜN DUASI:

"Allah'ım! Senin iznin ve yardımınla sabahladık ve akşamladık. Yine senin izin ve yardımınla yaşar ve ölürüz. Sonunda dönüş yalnız sanadır." (Ebû Dâvud, Edeb, 110.)

ASR-I SAADET'TEN

Allah Resûlü (s.a.s.) Milâdî 622 yılında Mekke'den ayrılmak zorunda kalmış ve Medine'ye yerleşmişti. Müşriklerin zulmüne dayanacak güçleri kalmayan diğer Müslümanlar ise Rabbimizin verdiği izinle daha önce Medine'ye hicret etmişlerdi Muhacirle rin ellerinde hiçbir şeyleri yoktu Zira onlar, her şeylerini Mek ke'de bırakıp Medine'ye gitmişlerdi. Üstelik geçimlerini sağla yacak herhangi bir işleri de yoktu, Medineli Müslümanlar ise mal, mülk sahibi idiler. Muhacirlere yardımcı olmak istiyorlardı Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.) onları kardeş ilan etmişti. Bu sebeple Medineli Müslümanlar, hurmalıklarını muhacir kardeşleri ile kendileri arasında paylaştırmasını Allah Resûlü'nden rica ettiler Fakat Peygamberimiz bu teklile razı olmadı. Bunun üzerine ensar, hurmalıklarında muhacir kardeşlerine ortaklık teklif ettiler. Allah'ın Elçisi bu teklife razı oldu. Buna göre hurmalıklar ensar dan; bakım, sulama, hasat gibi işler muhacirlerden olacaktı. Hz Peygamber'in ortaklığı onayladığını gören sahabiler, "İşittik ve itaat ettik." dediler. (Müslim, Cihad ve siyer, 70, Buhart, l'usam, 16; Buhârî, Müzâraa, 5)

HİSSEMİZE DÜŞENLER

  • İnsanlar, birbirlerine muhtaç yaratılmışlardır. Hayatlarını sürdürüp kazanç elde etmek için ortaklık yapma zorunluluğu hissederler. Zira hiç kimseye muhtaç olmayan, eşi ve ortağı bulunmayan sadece Allah'tır.
  • İnsan geçici olan dünya hayatının zevk ve menfaatlerinden ziyade, Rabbinin rahmetini kazanacak ve ahiret mutluluğunu kazandıracak bir hayatı hedeflemelidir.
  • Ortaklık doğruluk üzere olduğu sürece Allah Teala, rahmeti ve bereketiyle o ortaklığa yardım edecektir.
  • İslam dini, gücü yeten kişilerin üretime ve ekonomiye katlasını hedefler. İslâm, hayat dinidir.
  • Hz. Peygamber'in sosyal ve ekonomik hayata dair uygulamaları, din denen olgunun sadece ibadetlerle sınırlı olmadığını ortaya koymaktadır.

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU   :   Üç ayların dindeki yeri ve bu aylarda oruç tutmanın hükmü nedir?

CEVAP :

Halk arasında üç aylar diye bilinen Recep, Şaban ve Ramazan ayları mübarek aylardır. Nitekim Hz. Peygamber, Recep ayı girdiğinde “Allah’ım! Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua etmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 259).

Ramazan ayında oruç tutmak farzdır (Bakara, 2/184-185). Recep ve Şaban aylarında ise; Hz. Peygamberin (s.a.s.) diğer aylara oranla daha fazla nafile oruç tuttuğu, ancak Ramazan’ın dışında hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmediği hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Savm, 52-53; Müslim, Sıyâm, 173-79). Bu itibarla, Recep ve Şaban aylarının aralıksız olarak oruçlu geçirilmesinin dinî bir dayanağı yoktur. Kişi, sağlığı müsait olup güç yetirdiği takdirde bu aylarda dilediği kadar nafile oruç tutabilir.

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.