GÖREVE İADE EDİLEN AKADEMİSYEN YAŞADIKLARINI KALEME ALDI

GÖREVE İADE EDİLEN AKADEMİSYEN YAŞADIKLARINI KALEME ALDI

Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi’nde akademisyenken 686 sayılı KHK ile görevinden ihraç edilen Dr. Öğretim Üyesi İsmail Metin, göreve iadesinin ardından yaşadığı zorlu süreci kaleme aldı.

İsmail Metin, yazıklarıyla, dönemin rektörü Prof. Dr. İbrahim Taş ve ekibinin FETÖ soruşturmaları üzerinden birçok insanın canını nasıl yaktığına ışık tutarken, BŞEÜ’nün o dönemdeki yönetiminin skandallarını bir kez daha gözler önüne serdi. 

Hayatında ilk defa polisle muhattap olduğunu, eline kelepçe vurulduğunu dile getiren Metin, evinin aranmasını ve gözaltında tutulmasını adeta içi titreyerek kaleme aldı.

Hukuk mücadelesini kazandıktan sonra göreve iade edilen İsmail Metin, buruk bir sevinç yaşadığını ifade ederken, yaşadıklarının hesabını yine hukuk önünde soracağına dikkat çekti. 

İsmail Metin'in kaleme aldığı yazı dönemin rektörü Prof. Dr. İbrahim Taş'ın kendilerine yakın olmayanları 'FETÖCÜ' itham ettikleri iddialarını doğrular nitelikte. 

Dr. Öğretim Üyesi İsmail Metin’in “BURUK BİR GÖREVE İADE YAZISI” başlıklı yazısını aynı şekilde yayınlıyoruz:

BURUK BİR GÖREVE İADE YAZISI

Yeni akademisyendim. 

Bugüne dek çok zorluk yaşadım. 

Bir köy ilkokulundan sınavı kazanarak, yedi yıl imam hatipte parasız yatılı okudum. Babam beni uzak bir yatılı okula bıraktığında on bir yaşındaydım. Gözü yaşlı olarak beni okula teslim ettiğinde arkasından çok ağlamıştım. Hiç unutmam, (90’lı yıllar) kamyonlarla odun gelir ve biz onları taşlarla kırar dışarıda kazanda su ısıtır, sonra içeri taşır, onunla kendimizi ve elbiselerimizi yıkardık. Cuma namazı için yakın köylere gittiğim(iz)de, elleri öpülesi Anadolu insanının cebim(iz)e koyduğu harçlıklar ve arkam(ız)dan edilen hayır duaları ile büyüdüm(k). Erzurum’da üniversite yıllarım da zorluklarla geçti. 28 Şubat sürecinden dolayı okul bitince iki yıl görev alamadım.

Ne günlerdi!

Yıllar sonra memuriyete başladım sonra yüksek lisans ve doktoramı (bir kısmını yurtdışında) tamamladım. Akademiye geçiş için birçok yerden teklif almama rağmen Bilecik’i tercih ettim. Tarihçi olduğum için Bilecik’in benim için ayrı bir (duygusal) önemi vardı ve tercih sebebiydi. Rektör Azmi ÖZCAN hocamla ilk defa tanışmış; bilgi, tecrübe ve nezaketinden etkilenmiştim. Atamam yapıldığında “İsmail hoca bu topraklar mübarektir, buralar sizlere emanet” sözünü hiç unutmam. 

Fakat nereden bilebilirdim ki, birtakım sütü ve kanı bozuk vatan haininin başını çektiği vahşice bir darbe girişimi olacak ve bu acı olayı fırsata çeviren itibar suikastçısı “müfteriler” bayram edecek. (Yazmak istemezdim: Bu hain darbe girişiminde, şehit olan 251 vatandaşımız için açılan yardım hesabına, maaş hesabımdan üniversiteden ilk bağışta bulunan(lardan) ve bundan dolayı Sayın Binali YILDIRIM’ın kendi el yazısıyla teşekkür mektubu gönderdiği bir kişiyim.) Darbeci hainlerin hedefindeki Sayın Cumhurbaşkanımızın 7 Eylül 2016’da “Şu var ki at izi, it izine karışmış vaziyette. 'Ben bir şey atayım da nasılsa tutar' diyenler var. Bazıları böyle yapıyor, bunlar doğru şeyler değil, bu tür yanlışlıklardan uzak durmak lazım" şeklindeki uyarısına rağmen, bu sözler kulak ardı edilmiş, “Biz atalım da mahkemede aklansın, bize ne!” aymazlığı/acımasızlığı ile onur ve şerefimle oynanmıştır. 

Ekim (2016) ayının soğuk bir sabahı saat sekizde odamda bir bardak çay içip Ankara’dan getirdiğim simitimi yiyecek ve bir çay içip derse girecektim. Hazırladığım ders notlarının son kontrolünü yapıyordum. Tam derse geçecekken acil bir telefon ve yarım kalan çay ve simit… oda kilitlendi… odaya girişim yasaklandı. Derse girmeyi bırak, apar topar kampüsten çıkarıldım. Açığa alınmıştım. Bu duruma, benden daha çok yazıyı tebliğ eden memur arkadaşım üzüldü.  Sebep ise malum… 2009 yılında açılan bir banka hesabı ve oğlumun bir yıl gittiği özel okul, okul bir de “Devlet” teşvikli… 

Bir gün evim arandı…

Hayatımda ilk defa polisle bu anlamda muhatap oldum. Eve gelen polise namaz kıldırdım. Namaz takkesi hediye ettim, mahcup oldu, utandı. O güne dek polisle, karakolla işim olmamış, evim aranmamış, gözaltına alınmamıştım. Elime kelepçe vurulmamıştı. Bugüne dek hiçbir gösteriye katılmadım. Üniversite yıllarımda bile böyle şeylerden hep uzak durdum. Çünkü bazı gösteri ve yürüyüşleri hiç samimi bulmadım. Hamasetin bu toplumun en tehlikeli hastalıklarından biri olduğuna inandım hep.

Sonra gözaltındaydım… 

İçeride tanımadığım insanlar namaz kılıyorlardı. Abdest almam için bana da kağıt havlu verdiler. Ne iş yaptığımı sordular, sonra üzüldüler. Sonra bir ara yemek geldi. “Arkadaşlar soğutmayalım, sonra kılarız namazı!” dedim. Belki de günler sonra ilk defa güldüler. “Sizin yeni olduğunuz belli, burada sıcak yemek olmaz” dediler. Ama beni kırmadılar, önce yemeği yedik. Yemek ilk defa sıcaktı ve yine ilk defa köfte gelmişti. “Hocam senin kerametin dediler” takıldılar. Polisler genelde iyi davrandılar, kapı abdest için devamlı açıktı. Farklı bir suç “iddiasıyla” gözaltında olan yan nezarethaneden bir genç “Onların kapısı açık, bizimki neden kilitli!” diye bağırınca, görevli “Onlar farklı!” dedi.

Uzun bir yolculuktan sonra eski görev yerimin olduğu şehre vardım…

Yolculuk esnasında polis arkadaşlar benimle bir süre konuşmadı. Sonra ben sessizliği bozdum. “Niçin üzülüyorum biliyor musunuz” dedim. “Tabi ki üzüleceksiniz” dediler. Elbette suçlama çok ağırdı. “Benim için devletimin yaptığı bu masrafa üzülüyorum” dedim. Yurtiçi/yurtdışı hep Devlet görevlerinde bulundum. Sonra konuşmaya başladılar. Birisi de imam hatipli çıktı. Beni tanıyınca “hocam” diye hitap etmeye başladı. Öncesinde benden hep “şahıs” diye söz ediyorlardı. Karakolda ve emniyette dört gün daha kaldım. Burada verilen yemekler sıcaktı. İlk defa orada gördüğüm genç arkadaşım da aynı üniversitedenmiş. MEB bursuyla Almanya’ya gitmiş, orada doktora yapmış. 

Ellerim “kelepçeli” savcıya çıktım. Elime kelepçe takan genç utana sıkıla “Hocam, kameralardan bakıyorlar kusura bakma” der gibi yüzüme baktı. Savcı beye polisteki ifadeyi tekrar ettim. İfadem iki saat sürdü. İyi davrandı, fakat tutuklanmamızı istemişti. Üç kişiydik. Biri de başörtülü bir bayandı, araştırma görevlisiymiş. 

Hâkimi beklemeye başladık, iki saat geçti. Suçlama benim için çok ağır, onur ve haysiyet kırıcıydı fakat “vicdanım” rahattı. İkiz kızlarıma bir gün önce ders yüzünden sitem etmiştim, ona üzüldüm sadece. Ağlayarak uyumuşlar, eşim eve dönünce söyledi. Göğsüm daraldı. İnançlı bir insan olmama rağmen, ilk defa ölümü istedim. Sonra hep başkalarına okumalarını öğütlediğim “İnşirâh” suresini bolca okudum, gerçekten insanı rahatlatıyormuş. 

Hâkimin geldiğini söylediler. İçeri girdik. Hâkime hanım beni dinledi, söylediklerimi biraz da düzelterek yazdırdı. Tavırları olumlu ve son derece saygılıydı, karar verildi, “adli kontrolle” serbest kaldım. Benim için önemi yoktu, çünkü zaten hayatımın en zor anlarını yaşamıştım. Beş gün sonra eve döndüm ve ikiz kızlarımı ve oğlumu doyasıya öptüm.

Üniversitede sadece sekiz ay görev yaptım. Atamam önceden yapılmıştı fakat İ. Taş döneminde göreve başladım. Yeni göreve başladığı için kendisini makamında tebrik ettim. Hakkımda bir tane bile tanık yoktu, olamazdı zira tanıdığım ve beni tanıyan insan sayısı çok sınırlıydı. Buna rağmen, soruşturma komisyonunun zulmünden ve iftiralarından nasibimi(!) aldım. Beni en çok üzen şey, müfteri birkaç akademisyenin kendilerini “Devlet” yerine koyup, kişisel hesaplaşmalarını “Kurum Kanaati” haline getirip, tertemiz insanların e(k)meğiyle oynamaları olmuştur. Neyse ki, Ohal Komisyonu bu kişileri “Kurum”, iftiralarını ise “Kanaat” kabul etmemiş ve hakkımda “Kabul” kararı vermiştir. 

İşte üniversite soruşturma komisyonunun tarafıma yönelttiği bazı bilimsel (!) sorular: 

⦁    Bugüne dek hangi siyasi partilere oy verdiniz? (Sizi ne ilgilendirir bayım!)

⦁    Açığa alma listesine DİTİB ile ilgili çalışmalarınız sebebiyle girmiş olabilir misiniz? (Cehalette zirve bu olsa gerek, DİTİB nedir bilmez)

⦁    İnternetten buldukları başkasına ait bir fotoğrafı göstererek ısrarla “Bu sizsiniz değil mi?” (Gösterdikleri fotoğraf bana biraz benzese bari)

⦁    Dinlerarası diyalogla ilgili ne düşünüyorsunuz? 

⦁    Kendilerince belirledikleri tabloya ve kriterlere göre, benim Bank Asya’da “Himmet” hesabım varmış! (İftiranın şahı, kurum kanaatinin iftirasal dayanağı)

⦁    Çocuğunuzu Fetönün okuluna neden gönderdiniz. (Oğlumun devlet teşvikli sadece bir yıl okuduğu okul, MEB’e bağlı ve üstelik “Eğitim ve Öğretim Ödeneği” alan bir okuldu.)

⦁    Sayıştay camiinde imamlık yaptınız mı? 

⦁    Yurtdışına nasıl görevlendirildiniz?

⦁    Kendinizi tek bir kelimeyle tanımlayın, tek bir özlü söz söyleyin! 

⦁    Sendika üyeliğiniz var mı?... (???!!!)

Buna benzer daha nice sorular ve ifadeler… Yaptığım itirazlar, aynı fakülteden arkadaşımın lehime olan ifadeleri ve verdiğim ek dilekçelerin hiçbiri dikkate alınmadı. Daha önce çalıştığım kuruma yazı yazılmış ama (muhtemelen) gelen cevap müfterilerin işine yaramadığı için dosyaya konulmamış. Buna rağmen, kamu görevinde kalmamla bağdaşmayacak nitelikte bağlarımı(!) tespit etmişler, bu yüzden de kamu görevimden ihracıma “kuvvetli kanaat(!)” getirmişler. (Bütün bu hukuksuzlukları kamera kaydına alan akademik zekâyı ayrıca takdir ediyorum.) Bunların yanında, üniversitedeki odamın ben yokken boşaltılması, kitaplarımın, kişisel eşyalarımın ve dahi sigaramın, son tüketim tarihi geçmiş bisküvinin kutular içinde bir köşeye bırakılması var ki, içim parçalandı.

Üniversite yönetiminin iftiraları sonucu 11 Ekim 2016 tarihinde başlayan süreç, uzun fakat “adil” bir yargılama sonucu 10 Ekim 2019 tarihinde beraatla sonuçlandı (Dile kolay tam üç yıl.) Beraat kararı okunurken gözyaşlarımı tutamadım. Mahkeme sürecinde yaşadıklarım ayrı bir yazının konusu ama şu kadarını söyleyeyim: “Adalet geç de olsa tecelli etmiştir. Allah âdildir, sadece insan biraz acelecidir.”

Hz. Peygamber’in, aynı zamanda Mecelle (m. 19) kaidesi olan “Lâ Darara velâ Dırâr”” (Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur) hadisini hayatına prensip etmiş mütevekkil bir insanım. Bu yüzden kimseye kin güdecek değilim. Çünkü kinle din bir arada bulunmaz (N. Topçu). Bu, yapılan hukuksuzlukların hesabını “hukuk önünde” sormayacağım anlamına gelmiyor. Ohal Komisyonu ve mahkeme kayıtlarına giren bütün iftira ve hukuksuzluklar artık hukukun/yargının konusu elbette. Fakat bu iftirayı atan ve üç yılı aşkın bana, aileme ve yakın çevreme hayatı zehir eden, “şüphe” üzerine harekete geçen (zamanın) üniversite rektörü, “gayr-ı resmi bilgilerle” süreci başlatan genel sekreter, ve birçok masum insanın hayatını karartan soruşturma komisyonunun “İlahiyatçı (!)” başkanı ve “kanaat getiren” üyeleri; (eğer inanıyorsanız) ahirette sizlerle hesaplaşacağım. Yaşadığım sağlık problemlerinin (ve ameliyatın) sebebi bilesiniz ki sizlersiniz. Tam da, “Sırat Köprüsü’nü de geçtik, artık kurtulduk galiba!” dediğiniz anda ansızın yakanıza yapışacağım. Çünkü - sebep olduğunuz acılar bir yana- sadece sabahın erken saatlerinde çalan kapı zilinden dolayı (yine gözaltına alınırım korkusuyla) küçük çocuklarımda oluşan travmanın vebalini nasıl ödeyeceksiniz? Kendiniz her ayın on beşinde maaşınızı aldığınızda, eksik/geç  yatan ders ücretleriniz için mırıldandığınızda “sivil ölüme” terk ettiğiniz ailem ve çocuklarımın ahını nasıl hesap edemediniz? Sizler kariyer planlamaları yaparken, iftiralarınız sonucu, dört yılıma mal olan akademik kaybımın telafisi sizce artık mümkün mü? İnsan(lar)ın onur, haysiyet ve şerefiyle oynamanın dinen “vebal”, hukuken “suç” olduğunun farkında değil miydiniz? Kul hakkı kavramı sizin için bir anlam ifade etmiyor mu? KHK listesine ekleyip ihraç ettiğinizde üzüntüden, OHAL komisyonu tarafından iade edildiğimde sevinçten ana-babamla konuşamadım. Çünkü her ikisi de ağlıyordu. Anamı ağlattınız ey müfteriler, artık iflah olmazsınız!...

Fakat ben, kendilerine verilen makamları, kişisel hırs ve menfaati (kadro) için kullanmış, savunma dilekçelerimi dikkate almamış (cevap dahi vermemiş) ve iftira dolu dosyalar hazırlamış “görev ve yetkiyi kötüye kullanmış” birkaç müfterinin yaptığından dolayı devletime ve milletime küsecek değilim. Aldığım terbiye gereği; Devlete ve millete küsülmez, sadece hizmet edilir. On bir yaşımdan itibaren Devlete emanet edilen, sadece Devlet görevlerinde bulunan bir kimse olarak sizin gözünüzde hainim öyle mi? Ey müfteriler, vatan ve millet sevgimi sorgulamak sizin ne haddinize?

Birkaç gün önce göreve iade edildim. Buruk bir sevinç yaşamaktayım. Şimdilik görev yerim belli değil. Kesin olan şey, çok sevdiğim halde Bilecik’te göreve başlayamayacağım. Üniversitede görev yapan ve bana (bize) yapılan haksızlıkları bildiklerini ve vicdanen rahatsız olduklarını çok iyi bildiğim bütün güzel insanlardan maalesef uzak kalacağım. Dileğim ve arzum, benimle aynı durumda olan beraat etmiş arkadaşlarımın da iade-i itibarlarının sağlanmasıdır. 

Son söz olarak: Asgari düzeyde insanlıktan nasibini almamış, vicdan ve merhametten uzak, sadece makam ve mevki peşinde koşan, kötülükle “irtibat ve iltisaklı” olanlar ne anlar benim dilimden. “Allah Devlete zeval vermesin oğlum, bu da geçer!” diye beni teselli eden bir ana-babanın evladı olarak diyorum ki; “İftira ve haksızlığa uğramış olmanın verdiği hüzün, hak edilmemiş kibirli bir sevinçten daha değerlidir.”

Not: Benimle birlikte, ilk defa mahkemede tanıştığım bir grup akademisyen arkadaşımın 686 sayılı KHK ile ihracını (08.02.2017, Saat: 11:06) bu haber sitesinden öğrenmiştim. Göreve iade haberimin de bu yazıyla size aktarılmasına vesile olan Şadi ve Mücahid ERDAL beylere teşekkür ederim. 

    

Bu haber toplam 12540 defa okunmuştur

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum