METİN ABİ
Abdulkadir İLGEN - Köşe Yazısı
Yıllar önceydi. Türk Ocağı Bilecik Şubesinin kurucu başkanı bir şeyler yapmaya çalışıyor, bu vesileyle bizlerle de ilgileniyor ve bir şekilde bizleri işin içine katmaya çalışıyordu. Bunun farkındaydık. O zamanlar bizler genç birer asistan olarak Bilecik’te yeni gelmiş, kim kimdir tam olarak bilemediğimiz ve dönemin şartları gereği korkularımızı tam olarak aşamadığımız için tereddütlü davranıyor, meselelere karşı isteksiz duruyorduk. Kurucu başkan Metin Abiydi, içinde bizim de bulunduğumuz hepimizin abisi.
Derken, bizim de bu işlerin içine girmemiz gerektiğini düşünmeye başladık. O zaman benim ve bazı arkadaşların kafasında, bu iş yapılacaksa, eskilerle değil ancak bizimle yapılabilir düşüncesi şekillenmeye başlamıştı. Bilhassa ben böyle düşünüyormuşum. Diğerleri için bu tür meselelerin çok da umurunda olmadığını daha sonra anlayacaktım. Bu fikri, bugün burada yaşayan bazı arkadaşların da aralarında bulunduğu meslektaşlarıma açtım. Yüzüme karşı bunun iyi bir fikir olacağını söyleyen bu arkadaşların, daha sonra çok daha farklı bir yola girdiklerini üzülerek gördüm.
Aradan zaman geçti. Bu sefer onlarla değil, kendi kendimize yola çıkmamız gerektiğine karar verdik. Her ne olursa olsun Bilecik’te bu işi bizler yapmalıydık. İşte o zaman, bizzat sevgili Metin Abiye giderek, ‘bu iş sizinle olmuyor, bunu biz yürütmeliyiz’ dedik. Rahmetli, bundan alınmadığı gibi büyük bir olgunluk ve vakar içinde, bundan kendisinin de memnun olacağını söyleyerek bizleri teşvik etti, cesaretlendirdi. Bu bizim Metin Abiyle gerçek anlamda ilk karşılaşmamızdı.
O zamanlar Türk Ocağı Bilecik Şubesi için, Merkez Eczanesi’nin üst katı, Metin Abinin bizzat kendi yeri kullanılıyordu. Bırakın kira vermeyi, elektrik ve su paralarının bile güçlükle toplandığı ve buna rağmen Metin Abinin bütün bunları tolere ettiği günlerdi. Ve bizler bu şartlar altında kendisine bu sözleri söyleyebiliyorduk. Nihayet bendeniz Metin Abiden sonra iki dönem Türk Ocakları Bilecik Şubesinin başkanlığını yaptım. O zamanlar bizimle birlikte yönetimde Sakarya Gazetesi Sahibi Şadi Erdal, Kamu Sen Bilecik eski başkanı Sadık Taş, Erol Karaman, şimdi Celal Bayar Üniversitesi Felsefe Bölümünde görev yapan Doç. Dr. İdiris Demirel ve Bilecik’te hemen herkesin tanıdığı çok sayıda güzide arkadaş bizimle birlikte bu işlerle iştigal etti.
Çok zaman Eczaneye gider, o kadar iş-güç ve gelen giden arasında memleket meselelerini konuşur, çoğu zaman da sevgili Feriha Ablanın sabrına sığınarak o güzelim ticarî mekânda “ne olacak bu memleketin hâli” türünden nutuklar atardık. Bütün bunları hep birlikte yaptık. Metin Abi genelde yaptıklarımızı yeterli bulmaz, hep daha iyiye, çok daha uzak hedeflere yönelik fikirler ileri sürerdi. Mecrasını bulamamış bir nehir gibiydi. O böyle yaptıkça, kendi kendimize; abi biz nelerle sen nelerle uğraşıyorsun türünden sözler söylerdik. Tabii bunu kendi kendimize içimizden söyler, Metin Abiye hissettirmemeye çalışırdık.
Sonra aradan yıllar geçti ve Metin Abi o meşum hastalığa yakalandı. Zaman zaman evine ziyaretine gittiğimizde, evde, o hasta yatağında, o eskiden beri bildiğimiz Metin Abiyi yine aynı havada, memleket meseleleriyle meşgul halde bulurduk. Hastalığından çok memleket meseleleriyle ilgiliydi. Güney vilayetlerimizde yaşanan olaylar, bunlar nasıl geçiştirilir, ülke bütünlüğüne zarar vermeden be meseleler nasıl çözülür, dış politikadaki sıkışıklıklarımız ülke bütünlüğüne zarar vermeden nasıl halledilir vs. türünden bir yığın mesele yine sohbetlerinin ana meselesi haline gelirdi. Hasta yatağında bile hastalığını konuşamaya fırsat bulamadık. Varsa yoksa memleket meselesi.
Şerafettin Elçi ile çok eskilerden, gençlik yıllarından Cizre’de çalışırken yaptığı arkadaşlık ve hatıralarını anlattığını hatırlıyorum. Genç bir eczacı olarak, içeri alındığında çocukları ve ailesiyle ilgilendiği Elçi’yle ilişkisini anlatırken, bu insanlarla gereği gibi ilgilenebilseydik, özbeöz Türk Yurdu olan bölge insanının bugünkü duruma düşmeyeceğini anlatır ve kendi kendine hayıflanırdı. Tıpkı Trablusgarp ve Medine-i Münevvere’den ayrılan kahraman zabitlerimiz gibi, o da Anadolu’daki en eski Türk Yurdu olan buralardaki çaresizliğimizden çok yapılan ihmallere üzülür, bunlarla dertlenirdi. Onun hesabı şahsî değil, memleket meseleleriyle ilgiliydi. Aklıma Attila İlhan’ın mısraları geliyor.
Hamzabey cami-i şerif'inden kim kaldı
Kim kaldı eski selanik'ten
Laternalar sustu
Sürahiler tenha
Tek kibrit çakılmıyor
Kim kaldı ittihat ve terakki'den
O jöntürkler ki - 'hariçten
Evrak-ı muzırra celbederlerdi'
O fedailer ki barut öksürürler
Sakal tıraşları mavi
Kırmızı bıyıkları biber
Kim kaldı
Müdafaa-i hukuk cemiyeti'nden
Avcı ceketi
Körüklu çizme
Astragan kalpak
Bazen 'ittihatçı'
Hafif 'iştirakiyun'
Öfkeli kaşları salkım saçak
Kumral bıyıkları mahzun
Hani felaket tütün içerler
Ceplerinde idam fermanları
Bellerinde Söğüt yaprağı bıçak
Ya millet meclisi'nde meb'us
Ya kuva-yi seyyarede asker
Kendisi de hafiften İttihatçı sayılırdı. Zaten bizim eski tüfeklerin tamamı kıyısından köşesinden biraz İttihatçı sayılır ve durumdan vazife çıkarırlar. Kuvây-ı Milliye geleneğini de böyledir. O da hakiki anlamında bir İttihatçı işidir. Metin Abi de öyleydi işte.
Kendisi yaratılıştan naif ve nüktedan bir kişiliğe sahip olduğu için, hasta halinde bile o güzelim nükteleriyle hepimizi şaşırtmaya devam etti. Hastanede kendisini rahatsız eden sineklerle ilgili yaptığı esprileri hatırlıyorum. Oranın o kasvetli hastane havasında bile, kendine göre bir yaşama alanı bulmuş, sade kendi kendini değil, yanına gelenleri de rahatlatabilmişti. Evde de öyleydi. Zarif, temiz, kendi içinde inşa ettiği konforun dışsallığını başkalarına da hissettiren bir İstanbul beyefendisi tavrını son nefesine kadar sürdürebildi. Onun için ziyaretine gittiğimizde bir hasta ile konuşmanın dışında, misafir ağırlayan son turfanda bir beyefendiyle sohbetin tadını çıkartmayı tercih ettik. Öyle oldu. Kendiliğinden öyle oluyordu.
Kendisi siyasetle hep iç içeydi. Bir saha adamından ziyade, bir salon adamını andıran bu mizaç, siyasetin o dolambaçlı yollarından daha çok, mektebin mehabetine yakışan yola çok daha yatkındı. En azından ben hep böyle düşünmüşümdür. Siyaset erbabının iktidar için halka gitmesi ve ondan iktidar dilenmesi olarak da anlaşılabilecek en küçük bir imanın bile kendisine ağır geldiği bir şahsiyetten bahsediyorum. Siyasete girdiği zaman, Feriha Ablanın da bulunduğu yerde kendisine defaatle bu işlere girmemesi gerektiğini söyledim. Aynısını yenge hanım da kendilerine söylediler. Dinlemedi bizi. Orada üzüldü. Onu çok kaldıramadığını hatırlıyorum.
Son nefesini teslim etmeden birkaç gün önce, sanırım Cumartesi günü, bugün Metin Abiye gidelim şeklinde aramızda kararlaştırmış, ama niyeti pratiğe dökememiştik. Hayat gibi bu türden hayırlı işleri de ertelememek gerekiyor. Bunu bir kez daha anladım. Ziyaretlerimden birinde, Zafer Paşayı ziyaret ettiğini ve kendisine verdiği bir sözü, araya giren bu hastalık nedeniyle tutamadığını söylemiş ve bu iş biter bitmez, o sözünü tutacağını söylemişti. Ben de ağabey, sen meraklanma; sen gidemezsen, Paşamız gelir, seni ziyaret eder demiş ve durumu Zafer Paşaya aktarmıştım. Onu da kararlaştırdık ve fakat benim ihmalim yüzünden onu da icra edemedik.
Bütün bunlar ve bilemediğim bir yığın hakkı üzerimizde bırakarak aramızdan ayrıldı. Güzel insandı. Müslümandı, mutekiddi, hakiki manasında bir Türk Milliyetçisi idi. Ömrünü bu yolda harcadı. Şehrimize kültürüyle, imanıyla, mücadelesiyle, hâsılı topyekûn bütün meziyetleriyle katkı sağlayan bir güzel âdemdi. O şimdi Rabbine kavuştu. Söğüt’te, o güzelim tepede Bilecik sırtlarını, Edebali Yokuşunu, o kadar çok özendiği cedlerinin mağfiret iklimini, Ertuğrul Ocağının tavla tavla atlarını suvardığı bütün bir mekânı seyrediyor. Mihnetler bitti. Hasretler bitti. O güzel ruh, başka bir iklimde, ebedi yurdunda tekrar çiçeklere durmak için toprakla kucaklaştı.
Oğuzların başka bir boyu Dulkadiroğulları ocağından Ertuğrul Ocağına geldi, tahtını kurdu. Ne diyelim, ölüm bu. Biz de Dedem Korkut gibi söze hatime verelim.
“Onlar da bu dünyadan geldi geçti
Kervan gibi kondu geçti
Onları da ecel aldı yer gizledi
Fâni dünya kime kaldı
Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya
Eninde sonunda, uzun yaşın ucu ölüm, sonu ayrılık!”
Bu haber toplam 0 defa okunmuştur
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.