AİLE KÖŞESİ

AİLE KÖŞESİ

PEYGAMBERİMİZ VE ÇAĞRISI

PEYGAMBERİMİZ VE ÇAĞRISI

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

“Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 41/33)

Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s) insanlığa gönderilen peygamberler halkasının, ilahi çağrının son temsilcisi ve kıyamete kadar insanlığın yolunu aydınlatacak hakikat mesajının en son ve en büyük tebliğcisidir. İnsanlığın karanlıklar girdabında yolunu kaybettiği, adeta ruhunu yitirdiği bir zaman ve zeminde, Rabbimizin alemlere rahmet olarak gönderdiği merhamet elçilerinin sonuncusudur.

Karanlıklardan aydınlara çıkmak için yolunu takip ettiğimiz, ahlâkî erdemlerin en güzelini yaşamak için örnek aldığımız, yolumuzu güzelleştirmek için sözüne uyduğumuz, övgüye layık olan, efendimiz, rehberimiz, örneğimiz, önderimiz, şefaatçimiz, Peygamberimiz Muhammed Mustafa(SAV)’dır.

 

Kur’an-ı Kerim’de peygamberimizin gönderiliş amacıyla ilgili şu ayetler geçmektedir: “Ey Peygamber! Biz seni gerçeğin bir temsilcisi, bir müjdeci ve uyarıcı,

herkesi Allah’ın izniyle O’na çağıran ve ışık saçan bir kandil konumunda gönderdik.” (Ahzâb 33/45-46)

“Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”. (Enbiyâ, 21/107) "Muhakkak sen çok yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem, 68/4).

Peygamberimizin; en önemli gönderiliş gayelerinden birisi insanlığa

örnek ve model olma konumlarıdır. Bu hususun vurgulandığı ayeti kerime ise şöyledir: "Gerçekten sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için Allah'ın Rasülü'nde çok güzel bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21)

O'nu örnek almak demek;

  • Güvenilir olmak demek
  • Affedici olmak demek,
  • Merhametli olmak demek,
  • Hoşgörülü olmak demek,
  • Sözünde durmak demek,
  • Cömert olmak demek,
  • Alçakgönüllü olmak demek,
  • Çalışkan olmak demek,
  • Dosdoğru olmak demek,
  • Adaletli olmak demek,
  • Vefakar olmak demektir.

 

Peygamberimiz “Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur.”buyurmaktadır. (Tirmizi, Sünen, İlim, 39/16 )

 

Hz. Peygamber, içinde bulunduğu toplumda akrabalarından başlayarak (Şuarâ, 26/214) insanları, hikmet ve güzel öğütle İslâm’a davet etmiş (Nahl, 16/25), yeryüzünde fitne ve fesat ortadan kalkıncaya, din tamamen Allah’ın oluncaya (Enfâl, 8/39) ve İslâm bütün dinlere üstün gelinceye kadar (Fetih, 48/28) mücadele etmiş ve bu hususu biz müminlere emanet olarak bırakmıştır.

 

Kur’ân-ı Kerîm’de “İslâm’a çağrı” ifadesi (es-Saff 61/7), “imana çağrı” (el- Hadîd 57/8), “Allah yoluna çağrı” (en-Nahl 16/125), “Allah’ın kitabına çağrı” (Âl-i İmrân 3/23), “hakka çağrı” (er-Ra‘d 13/14), “hayra çağrı” (Âl-i İmrân 3/104), “kurtuluşa çağrı” (el-Mü’min 40/41), “hayat kaynağına çağrı” (el-Enfâl 8/24), “esenliğe çağrı” (Muhammed 47/35), .İyilik ve takvâ hususunda yardımlaşın, günah ve haksızlık yolunda yardımlaşmayın.” (Mâide 2) ayeti kerimelerine bakıldığında Hz.Peygamberin çağrısını anlamak kolaylaşır.

ONUN ÇAĞRISI

•İmana Ve Güzel Ahlaka

•İbadete Ve Kurtuluşa

  • Camiye Ve Huzura

•İyiliğe ve Takvaya

 
  • Birliğe Ve Kardeşliğe
  • Sevgiye Ve Merhamete

•İslam’a ve İnsanlığa

Peki Neye davet etti bizi Allah Rasulü? Ne için davet etti?

  • “İnancında dosdoğru ol” dedi
  • “Nerede olursan ol Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol” dedi
  • “Ölüm gelinceye kadar ibadetlerine, kulluğuna devam et” dedi
  • “Güzel ahlaklı ol” dedi
  • “Birlik beraberliğe sahip çık” dedi
  • “Şüpheli şeyleri terk et” dedi
  • “Güvenilir insan, güvenilir eş, güvenilir tüccar, güvenilir yönetici, güvenilir komşu ol” dedi.
  • “Eşleriniz size Allah'ın emanetidir” dedi.
  • “Emanete ihanet eden, verdiği sözde durmayan, yalan konuşan nifak içerisindedir” dedi.
  • “Evinizin bereketi için büyüklerinize hürmet edin” dedi.
  • “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin” dedi.
  • “Zinaya yaklaşmayın, haksızlık yapmayın, haddi aşmayın” dedi
  • “Başkasının hakkına girmeyin, yalan konuşmayın, yaptığınız iyiliği başa kakmayın” dedi.
  • “Sözünde dur, yalan konuşma, dedikodu yapma, güzel konuş” dedi.
  • “Kibirli olma, aklını kullan, adaletli ol” dedi.
  • “İyilikte yardımlaşın, yarışın ancak insanların onurunu incitmeyin” dedi.
  • “Aranızda sevgi ve muhabbet için “Selam”ı yayın” dedi.
  • “Yetim malına kötü niyetle yaklaşmayın, koruyup gözetin” dedi.
  • “Yoldan eziyet veren şeyi kaldırmak imandandır” dedi.

 

Hz. Peygamber, bir toplumu oluşturan insanları aynı gemiye binmiş olan yolculara benzetmektedir. “Yolcular gemideki yerlerini kur’a ile belirlerler. Kur’a sonucu bir kısmı geminin üst katına bir kısmı da alt katına yerleşir. Alt kata yerleşenler, burada su olmadığı için su ihtiyaçlarını görmek üzere üst kata çıkmak durumundadırlar. Su almak için üst kata çıktıkları vakit üst kattakilerin yanından geçiyorlar. Bunun üzerine kendi aralarında konuşurlar: “Payımıza düşen alt katta bir delik açsak da su ihtiyacımızı buradan görsek ve yukardakileri rahatsız etmesek iyi olur” derler ve geminin alt kısmında bir delik açmaya başlarlar. Şimdi üst kattakiler bunları gördükleri halde bu yaptıkları işe göz yumar, ses çıkarmayacak ve engel olmayacak olurlarsa, açılan delikten içeriye su dolar ve gemi batar. Böylece sadece deliği açanlar değil, gemide olan hepsi boğulur. Eğer üst kattakiler onları bu işten men ederlerse kendileri de kurtulur, onları da kurtarmış olurlar.” (Buhârî, “Şirket”, 6)

 

Onun çağrısına kulak verenler iki cihanı kazanacaklar, farkında olacaklar, işitip itaat edecekler, anlayarak yaşayacaklar, yaşatacaklar, cennete ve Allah'ın rızasına ereceklerdir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmektedir:

 

«Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır! Bu lütuf Allah'tandır. Bilen olarak Allah yeter.» (Nisa Suresi 69-70)

 

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Ümmühan BAYRAKÇI- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

ÇOCUKLARA KOŞAN EBEVEYNLER

Ekin tarlasının tam ortasında oynayan çocuklardan biri, toprak testiden yine toprak bardağa doldurduğu suyu babasına koşturdu. Kan ter içinde ekin biçen adam minnettar bakışlarla süzdü çocuğu. Babasının susayabileceğini tahmin eden vefakâr bir evladı olduğu için içten içe gururlandı adam. Aynı hürmetkâr davranışı annesine de gösterdi çocuk. Ellerindeki oraklara daha da bir içten, daha da hevesle sarıldı bu iki emekçi. Ucu bucağı görünmeyen, sapsarı başaklarla sağdan sola salınan bu bereket tarlasının hasadını yapmak öyle kolay iş değildi. Çocuk bunu biliyordu. Anne babasının alın terinin, ellerinde oluşan nasırların, göz kenarlarında beliren çizgilerin, ayak topuklarında baş gösteren yarıkların ve sıcaktan dili damağına yapışmış hâllerinin farkındaydı.

Oyun arkadaşlarının yanına döndü çocuk ama içi rahat etmedi. Pazar çantasının içinden orağını alıp anne babasının yanına koştu yine. Bu orağı ona hediye ettiğinde babası, nasıl da mutlu olmuştu çocuk, kendisini nasıl da büyümüş ve birey yerine konulmuş hissetmişti. Tarla bahçe işlerine o da katkıda bulunabilecekti artık.

Ekin saplarını küçücük avucuna toplayarak tahta orağı ile biçmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Öyle ya, tahta orak nasıl kessin otu, sapı, çöpü? Israr etti çocuk. Sapları çekti, gelmedi. Orağı savurdu, kesmedi. İyice hırslanıp olanca gücüyle asılınca, sıcaktan gevreyip kuruyan ekin sapları çocuğun o narin, taptaze elini kesiverdi. Avucunun içi kan revan içinde kalan çocuk acıyla inledi ama ağlamadı. Ekin sapları onun orağından daha keskindi. Bu nasıl olurdu?

İşine dört elle sarılan anne ve baba maalesef koşup gelemedi çocuklarının yanına. Buralarda böyleydi, tarla tapanda büyüyen çocuklar kendi başlarının çaresine bakmayı öğrenirler ve ileride kendi çocuklarına da bunu öğretirlerdi. Düşe kalka büyürlerdi. Ağlayan kendisi susar, susayan kendi suyunu kendisi içerdi. İlgisizlik ya da sevgisizlik olarak yorumlanamazdı bu. Bu, yaşanan coğrafyanın şartlarına uyum sağlamaktı. Tıpkı bir ağaç gibi, çiçek gibi, kuş gibi… Şiddetli rüzgarlara karşı sağlam durmak, kavurucu güneşlerde en koyu gölgeyi bulmak, sel suya karıştığında kendi sığınağı olmak…

Söylesene, tabiatla iç içe yetişen hangi çocuk kendi başının çaresine bakmayı öğrenemez? Çamuru suyla karıp tencereler yapan, çer çöpü kırıp da hayalindeki evleri çatan hangi çocuk ileride başarılı bir birey olmaz?

Pazar çantasının yanına koştu çocuk, diğer arkadaşları da geldi yanına. Herkes kendi ana babasından öğrendiği tedavi şeklini arkadaşının üzerinde uygulamaya koyuldu. Biri testiden su döktü eline. Kanayan yarayı iyice temizledi. Biri ekmek çiğnedi, diğeri ise hamur hâline gelen ekmeğin içine tuz serpti ve beraberce yapıştırdılar yaranın üzerine.

Çok yanıyordu çocuğun eli ama olsun! Kendi yarasını kendi saran bir çocuk olmak, başarmak, öğrenmek, sebep ve sonuçları yan yana koyabilmek muazzam bir deneyimdi. Belki şimdi değil ama ileride bunun kıymetini bilen bir yetişkin olacaktı. Ekmeğin, suyun ve tuzun ne büyük nimet olduğunu, birçok yaraya iyi geldiğini küçük yaşta tecrübe etmenin bilgeliğine erişecekti.

Yemek molası veren anne ve baba, gölgeye çekildiler. Mırıldandı çocuk. Ah dedi anne. Aferin dedi baba. Gururlandı çocuk. Avucunun içine iki öpücük kondurdular arka arkaya. Çiçekler açtı çocuğun önce gönlünde sonra elinin içinde. Tüm buğday tarlası sarıdan yeşile döndü. Başaklar gül oldu birer birer. Güneş buluta girdi, hava serinledi, hatta gökkuşağı bile çıkmış olabilir. Oyunbaz rüzgârla saçları dans etti üçünün de. Rengârenk kelebekler uçtu pazar çantasının içinden. İnci boncuk saçıldı etrafa. Neşe içinde kaşık daldırdılar bulgur pilavına. Köpüklü ayran, bıyık bıraktı dudaklarının üzerinde. Kahkahalar karışıp gitti kuşların cıvıltısına. Kuşlar mı gülüyordu yoksa insanlar mı cıvıldıyordu, ayırt etmek çok ama çok zordu. Gerçi ne fark ederdi ki? Neşe, tüm canlılara çok yakışıyordu.

Neden sonra hadi, dedi baba, şu karşı ırmağa kadar yarışalım, var mısınız? Birlikte koşmaya başladılar. Çocuk en önde, onun hemen gerisinde anne ve en arkada baba. Pilav ve ayrandan daha tatlı gelmişti bu oyun. Oyun karın doyuruyor muydu gerçekten? Denemeye değerdi doğrusu…

En hızlı kim koştu, kim kaç kere toprağa kapaklandı, kimin ne kadar dizleri yaralandı, ırmağa ilk kim vardı bilinmez. Çocuk, bütün gün ailesi ile oyun oynamışçasına mutluydu. Anne baba ise gün boyu hiç çalışmamış, yorulmamış, kaynar güneşin altında orak savurmamışçasına dingin ve keyifli.

Çocuğun avuç içindeki hamur topalağı kuruyup döküldü. Karıncalar bu beklenmedik ziyafete hemen üşüştü. Çocuk, acısını unuttu, anne baba yorgunluğunu. “Tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmazmış.” denildi. Herkes işinin başına döndü, ekinler biçilip desteler yapıldı. Sapla saman birbirinden ayrıldı. Buğdaylar değirmenlere taşındı. Her bir tane kendi yolculuğuna çıktı; kimi un kimi bulgur kimi düğü olarak girecekti falanca şehirde yaşayan filancanın evine.

Uzun ve yorucu bir yıl geçiren tarlalar kısa bir süreliğine dinlenmeye çekilirken, kocaman bir evin küçücük mutfağına bir çocuk girdi. Annesi krep yapmaya hazırlanıyordu, her pazar sabahı olduğu gibi. Bolca un koydu derin bir kâseye, iki yumurta kırdı içine, bir büyük bardakla süt döktü ve kararınca tuz ekleyerek çırptı, çırptı… Sen çok seversin ya dedi çocuğa. Hâlbuki öyle çok da düşkün değildi çocuk bu tada. Masaya geçip oturdu, sandalyesi kendi boyuna göre, çatal bıçağı ise yaşına uygundu. Her şey fazla mükemmel değil miydi? Sanırım üzerine biraz düşünülebilirdi. Çiçekli böcekli tabak ve aynı desenden bir bardak çıkarıp çocuğun önüne koydu babası ve en sevdiklerin, diye ekledi. Böyle bir ifadede bulunduğunu hiç hatırlamıyordu çocuk. Anne babasının önündeki tabaklardan, kaşık ve çatallardan da pekâlâ kullanabilirdi. Neyse, tartışmaya değer bir konu değildi bu.

Tabaklar tepeleme dolduruldu, koşar adım yetişti anne çocuğun tüm ihtiyaçlarına. A demeden ayva reçeli, b demeden ballı krep hâsıl oluverdi masada. Yiyeceklere uzanmasına gerek bile kalmayan çocuğun kol kaslarının gelişiminde bir zayıflama olur muydu acaba? Ya tercihlerini kendi kendine yapma kabiliyetinde? Hür iradesi ile karar verme özgürlüğünü kullanma becerisinde? Bunun da üzerine biraz düşünülebilirdi. Ama şimdi hiç zamanı değildi. Zira yemek vakti en mühim zaman dilimlerinden biriydi.

Ah, dedi çocuk. Vah, diye karşılık verdi kadın. Of, dedi çocuk. Eyvah, diye fırladı adam. Pervane oldular çocuğun etrafında; acaba neydi onu böyle memnuniyetsiz eden şey? Suya koşuşturdu kadın, olmadı. Süt yetiştirdi adam, o da olmadı. Eksik olan ne? Konuşarak anlatabilirdi elbette derdini, neden iletişim kurmuyordu çocuk? Kendi iradesi ile yemek tercihine bile fırsat verilmezken konuşması daha bir lüzumsuz kaçabilirdi kanımca. Konuşmadı çocuk! Leb demeden leblebinin en alası önünde bitiveriyordu çünkü.

Kendinden pipetli ve pipetin yönü kişiye göre ayarlanmış bardaktaki taze sıkılmış meyve suyunu hüp diye içti çocuk. İçi bir hoş oldu! Karardı etraf. Mutfak daha da bir daraldı, kap kacak birbirine girdi, süt bardaktan taştı, çatal kaşıksa yönünü şaştı. Şeftali de vardı bu meyve suyunun içinde. Çocuk şeftalinin tadından hiç hoşlanmazdı oysa. Anne babası bilmiyor muydu bunu. Nereden bileceklerdi ki? Onlar hiç sormamış, çocuk da hiç söylememişti.

Şeftaliler dallarında kaldı, elmalar da… Bol sütlü krepler hiç yenmedi, sokak hayvanlarının hesabına ayrıldı. Sütler kedilere, peynirler farelere…

Mutsuz kalktı çocuk sofradan. Ne karnı doymuştu ne de gönlü. Ne istediğini sorsalardı keşke ona, bir kuru ekmek bile yeterdi o zaman karnını doyurmaya.

Koştu anne, çocuğun spor çantasını hazır etti kapının önüne. Koştu baba, ayakkabılarının yönünü çevirdi, çocuğu kolay giysin diye. Hâlbuki kolay olan fırsat tanımak, sorumluluk vermek, fikir sormaktı. Kolay olanı seçmedi onlar. Çocuk, bulutların üstünde, ayakları hiç yere değmeden yürüdü. Koşamadı! Çünkü onun adına koşan bir anne babası vardı. Üstelik de son sürat. Servise bindi çocuk, hemen arka sokaktaki spor okuluna gidebilmek için. Keşke yürüyebilseydi, ayakkabıları lime lime olsa, çorapları toza bulansaydı. Ama olmazdı! Bu duyguyu tatması ne mümkündü. Eğer yürünecekse anne babası onun yerine yürürlerdi. Konuşacaksa hiç gerek yoktu, yine onlar konuşurlardı. Gülmek, ağlamak, sızlanmak, mızmızlanmak da elbette bunlara dâhildi.

Bir gün denemek istedi çocuk. Nefeslerin en derinini aldı ve suların en derinine daldı. Bocaladı, zorlandı, kıvrandı… Aslında bir çıkış yolu vardı ama kendi adına bir başkasının karar vermesini bekledi. Koşmalarını, tutmalarını ve hatta çıkarmalarını bekledi bekledi…. Kimse koşmadı! Çocuk, yalnız hissetti. Kimse ah vah demedi. Çocuk, değersiz hissetti. Kimse leblebi de getirmedi. Çocuk, önemsiz hissetti. İçindeki penceresiz odalara oda ekledi çocuk. Kapılarını sonuna kadar kapattı, birkaç asma kilit vurdu. Siyaha boyadı duvarları, diğer renklere hiç mi hiç şans vermeden üstelik. Ballı kreplerini hiç sorgulamadan yedi, şeftali suyunu gönüllüce içti. Leb bile dememeye karar vermişti artık. Envaiçeşit leblebiyi önüne koyan bir anne babası vardı çünkü. Hâlbuki çocuğu ballı krepler değil, verdiği kararlar, aldığı riskler, tercih ettiği zevkler büyütürdü. Yaptığı hatalar, girdiği yanlışlar, koşmaktan eskimiş ayakkabılar da bu büyüme yolculuğuna eşlik edebilecek yalnızca birkaç önemli detaydı.

Ve detaylar, çocuk dünyasının kocaman tuğlalarıydı.

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

 

Bu yazı toplam 849 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
AİLE KÖŞESİ Arşivi
SON YAZILAR