AİLE KÖŞESİ

AİLE KÖŞESİ

VAKIF MÜESSESESİNİN KAYNAĞI TARİHİ GELİŞİMİ

VAKIF MÜESSESESİNİN KAYNAĞI TARİHİ GELİŞİMİ

Asırlar boyunca İslam âleminde ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan vakfın, ilk olarak ne zaman tesis edildiğine dair kesin bir bilgiye henüz sahip değiliz. Bununla beraber, tarihî kaynaklar dünyadaki ilk vakfın dinî gayelerle ortaya çıktığına ve zamanla insani, medeni ve içtimai alanlarda etkinlik göstermeye başladığına işaret ederler. Dinlerin hedefleri arasında insanların maddi-manevi ihtiyaçlarının giderilmesi önemli bir yer tuttuğu için, vakıfların dinî saiklerle başlamış olması tabiidir.
İslamiyet, kuruluşundan itibaren ulvi ve insani gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirmeyi ve daha ileriye götürmeyi hedeflemesi sebebiyle, vakıfları hukuk sahası içine almıştır. Sadaka, zekât ve kurban gibi sosyal müesseselerin gayesi de ihtiyaç içinde bulunanlara yardım olduğundan, bu işlevlerin pek çoğunu üstlenen vakıflar İslâm toplumunda önemli kurumlar olarak kabul edilmişlerdir. Kur’an’da “vakıf” kavramı geçmemekle birlikte, bu manaya gelebilecek şekilde iyilik yapmak, sadaka vermek gibi başkalarına yardımı teşvik eden pek çok ayetin bulunduğu gerçektir. Burada biz sadece bir kaç örnekle iktifa ediyoruz:                         
"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz cennete giremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız, muhakkak Allah onu bilendir." (Âl-i İmran, 3/92.) "Hayır işleyiniz ki kurtulabilesiniz." (Hac, 22/77.) "İyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın." (Maide, 5/2.)
Vakfa işaret eden birçok hadis-i şerif de bulunmaktadır. Bilhassa hadis kaynaklarında yer alan "Vesaya" bahisleri tamamen bu konuya tahsis edilmiştir. Bu hadislerden Ebu Hüreyre’den nakledilen bir rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak, devam eden sadaka (sadaka-i cariye), faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih bir evlat bırakanlarınki kesilmez." (Müslim, Vasiyye 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm, 36.) İslam âlimleri sadaka-i cariyeyi vakıf olarak yorumlamışlar, sadaka devam ettiği müddetçe kişinin sevabının da devam edeceğini söylemişlerdir.
İslam dünyasında, vakıfların geniş bir şekilde yer edip gelişmesinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hadisleri kadar bizzat kendisinin de vakıf tesis etmiş olması önemli bir âmil olmuştur. Zira Allah Rasulü (s.a.s.) Medine’de kendisine ait bulunan hurma bahçesinin hasılatını Müslümanların umumi ihtiyaçlarına tahsis etmiş, aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolcular için vakfetmiştir. (Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-ı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, IV, 304.) Gerek Kur’an’ın emri gerekse Hz. Peygamber (s.a.s.)’in tavsiye ve tatbikatı ashab-ı kiram için uyulması gereken bir vazife telakki edildiğinden, onlar bu mallarını vakfetme yarışına girmişlerdir. Nitekim Hz. Ömer, kendisine ait bulunan bir hurmalığı hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e danıştığında, "Bu hurmalığı vakfet. Artık o satılmaz, hibe edilmez, vâris olunmaz, yalnız onun mahsûlü infak edilir." cevabını alınca, adı geçen mülkünü vakfetmiştir. (Buhâri, Vesâya, 22.) Onu diğer sahabiler takip etmiştir. Cabir (r.a.)’in: "Ben, Muhacir ve Ensar’dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmamış olsun." sözüyle bu hususa işaret eder. (Bilmen, Kamus, VI, 304.)                                    
İslami yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıkan vakıflar, zamanla Müslüman toplumlarda sayı ve etkinliklerini artırmıştır. Dört Halife Dönemi’nden sonra Müslümanları idare eden Emeviler zamanında vakıfların hizmet sahası çok genişlemiştir. Ayrıca bu dönemde vakıfla ilgili olarak yeni bazı teşebbüslerde bulunulmuştur. Nitekim Emevi halifesi Velid b. Abdülmelik, Şam’daki Ümeyye Camii’nin yaşatılması için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetmiştir. Abbasi hilafeti döneminde Müslüman toplulukların muhtelif siyasi parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması, bunun sonucu olarak da Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi, vakıf müessesesinin daha da gelişmesine sebep olmuştur. Selçuklu Devleti’nin vücuda getirdiği pek çok dinî ve hayrî müessese, vakıf sermayesinin ve hizmetlerinin yüksek seviyeye ulaşmasına sebep olmuştur. Büyük malî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile varlıklı aileler, muazzam vakıflar kurmuşlardır. Selçuklulardan sonra siyaset sahnesine çıkan Harezmşahlar, Atabeğler, Eyyubiler, Mısır ve Suriye Memlükileri ile Anadolu Selçuklu sülaleleri de hâkim oldukları bölgelerde mali güçleri nispetinde vakıflara hayat vermişlerdir. İslam dünyasını doğudan batıya işgal ve talan eden Moğollar dahi İslamiyeti kabullerinden sonra, tahrip etmiş oldukları şehirlerin imar ve kalkınmasıyla uğraştıkları gibi, buralarda vakıfların inkişafında da rol oynamışlardır. Nitekim Moğolların hayatında esaslı değişiklikler gerçekleştirmiş olan Gazan Han, Tebriz yakınında; mescit, medrese, hankâh, rasathane, daruşşifa, kütüphane, çeşme ve hamam gibi ilmî, içtimai tesisleri faaliyete geçirmiş, bunların muhafazası ve yaşaması için zengin vakıflar kurmuştur. Gazan Han’dan sonra aynı hanedandan Hüdabende ve Ebu Said gibi Müslüman hükümdarlar ile zengin Moğol beyleri güçlü vakıflar tesis etmişler, bu vakıfların idaresi için de geniş araziler bağışlamışlardır.
Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklularının mirası üzerinde ve onun bir devamı olarak teşekkül ve inkişaf etmiştir. Bu sebepledir ki, kendisinden önceki diğer İslam ve Türk-İslam devletlerinin çok zengin teşkilat ve müesseselerinden de geniş ölçüde faydalanma imkânını bulmuştur. Osmanlı Devleti’nde, daha ilk beyler zamanında başlayan, devletin siyasi ve mali kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, Osmanlılar dönemindeki öncüsü Bursa fatihi Orhan Gazi olmuştur. Onun 1324 tarihi ile azatlı kölelerinden Tavaşi Şerafeddin’e, Mekece’de vakf ettiği hankâhın tevliyetini verdiğine dair vakfiye ile vakfın şartlarını gösteren Farsça yazılmış tuğralı belgesi elimizde bulunmaktadır. Aynı şekilde o, Bursa’da kendi adıyla anılan bir cami, zaviye, misafirhane ve imaret inşa etmiş, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurmuş, Adapazarı’nda “Orhan Bey Camii” ile bir medrese kurarak buraları yaşatmak için mal ve araziler vakfetmiştir.
Orhan Gazi’den başlamak suretiyle Osmanlı padişahları, sultanları, vezirleri, emirleri ve zengin eşraf pek çok vakfın tesisini gerçekleştirmiştir. Örnek vermek gerekirse Niğbolu’dan muzaffer olarak Bursa’ya dönen Yıldırım Bayezid, şehirde bir darulhayr, bir hastahane, bir tekke, iki medrese ve bir cami yaptırarak bunların ihtiyacını giderebilecek güçte vakıf kurmuştur. İstanbul’u, Bizans İmparatorluğu’nun merkezi olmaktan çıkarıp, Osmanlı Devleti’nin başkenti hâline getiren Fatih Sultan Mehmed, fetih esnasında ümera, devlet adamı ve askerlere ganimetten düşen hisselerini taksim ettikten sonra, kendi hissesine düşen emlaktan hiçbirini almayarak tamamını milletin malı olmak üzere vakfetmiştir.
Osmanlı toplumunda vakıf o kadar önemli ve itibarlı bir müessese olmuştur ki, mali imkân bakımından cemiyetin en alt seviyesinde bulunanlar ile en üst seviyesinde bulunanlar arasında anlayış bakımından herhangi bir farklılık yoktur. Bu bakımdan iki veya üç göz (oda) evi bulunan yaşlı ve kimsesiz bir kadın dahi evinin bir veya iki odasını vakfetmek suretiyle bu anlayışa iştirak eder. Nitekim Ortaköy (İstanbul)’de evi olan Hakime Hanım’ın vakfı (BOA. C. Evkaf, nr. 28339.) bize bu konuda ne kadar ileriye gidildiğini göstermektedir. Gerçekten, Müslüman toplumda büyük tesisler yaptırmaya güçleri yetmeyenler, bütün bir toplum tarafından benimsenmiş olan hayır müesseselerine güçleri yettiğince katkı sağlamaya çalışmışlardır. Yüzlerce kadın, geliri azalmış bir vakıf tesisine az da olsa bir gelir kaynağı sağlamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla ve ziynet eşyası gibi mallarını vakıflara bağışlamışlardır.
Osmanlılar döneminde vakıfların işleyişi ile ilgili olarak 1874 yılında İstanbul’u ziyaret eden ünlü gezgin Edmondo de Amicis şunları söylüyor: “Sultanların veya şahısların hayratıyla beslenen sayılamayacak kadar çok güvercin sürüsü var. Türkler, kuşları himaye edip beslerler, kuşlar da onların evlerinin etrafında, denizin üstünde ve mezarların arasında şenlik eder. İstanbul’da her yerde, insanın başı üzerinde dört bir tarafında kuşlar vardır. Şehre köy neşesi dağıtan ve ruhumuzdaki tabiat duygusunu durmadan yenileyerek içinizi serinleten cıvıl cıvıl sürüler, size şöyle dokunup geçer.” (Edmondo de Amicis, İstanbul 1874, (çev. Beynun Akyavaş), Ankara 1981, s. 133) 

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

             

             ARINMANIN EN KOLAY YOLU: İYİLİK

‘Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır; kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar ... (En’am 6/106)’

Geçici dünya hayatında insanı nimetiyle ikramlandıran yüce Allah, gerçek ve kalıcı hayatta nimetlerinin devamı için onu sınava tabi tutmakta ve insana tercih hakkı sunarak kendi sonunu elleriyle hatırlatma/ düzenleme fırsatı vermektedir. İnsan ya iyi olur, iyilik yapar ve iyiyi ister, böylelikle iyilerin yurdunu hak eder. “Şüphesiz iyiler cennettedir.” (İnfitar 82/13) Ya da dinin kötü olarak vasıflandırdığı şeyleri yapar. Allah’ın razı olmayacağı işlerle uğraşır ve kötülerle birlikte cezasını çeker. “Kötüler ise kesinlikle cehenneme gireceklerdir. “ (İnfitar, 82/14) Hesap gününde bir iyilik getiren on misliyle mükafatlandırılır. Bu iyiliklere verilen karşılığın en azıdır. Çünkü iyiliğe yedi yüz katına kadar sevap verilebilmektedir. (Bakara, 3/261) Kötülük ise Allah’ın kullarına olan merhameti gereği daha fazlasıyla değil, sadece misliyle muamele görür. (Sabuni Safvetu’t Tefasir 11/273) Bir kimse bir iyiliğe niyet eder de onu yapmaya fırsat bulamazsa yapmış gibi sevabına nail olur. Allah (C.C.), iyiliği çoğaltacağını vadetmiştir: “Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez; o zerre, bir iyilik ise onu katlar, kendi katından da büyük mükafat verir.” (Nisa 4/40) Hiç kimse Allah’tan daha fazla iyiliklere iyilikle karşılık veremez. (Mukatil b. Süleyman, Tefsir-i kebir, 1/359)

Kur’an-ı Kerim’de ihsan, hayr, birr, kerem, salah, lütuf gibi kelimelerle ifade edilen iyilik dilimizde genel anlamıyla “karşılık beklemeden yardım” (TDK) olarak anlaşılır. Ancak gerçek iyilik bundan daha kapsamlı olarak iman ve ahlakı tamamlayan, yapıldığında ibadet sayılan pek çok davranışı içine alır. Nitekim Bakara suresi 177 ayet iyiliği tanımlarken Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmekten, kişinin sevdiği mallardan yakınlara, yetimlere yoksullara, yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve özgürlüğünü kaybetmiş olanlara harcamasından, namazı kılıp zekâtı vermesinden söz etmektedir. Kur’an’da iyilik anlamında ihsan “başkasına yapılan iyilik ya da kişinin içinde mevcut iyilik” olmak üzere iki anlamda kullanılır. İyiliğin, anlam bulması ve dini bir değer ifade etmesi için imandan sonra gerçekleşmesi gereklidir. Salih amel ve iman birbirini tamamlayan iki kavram olarak Kur’an’da karşımıza çıkmaktadır. Erkek olsun, kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve ahirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz. “ (Nahl, 16/97) Allah, iyilik yapan kullarını Muhsin olarak isimlendirir, onları sever (Bakara, 2/195) ve iyiliklerini zayi etmez. (Yusuf,12/90) Hayr “İyilik, herkesin elde etmek istediği mesela akıl, adalet, fazilet ve faydalı şey gibi arzu edilen şeylerdir.” (Rağıp el-isfehani, Müfredat. 364) Birr kelimesi ise “hayırlı işleri genişçe yaymak” anlamındadır. Allah için kullanıldığında “mükafat ve sevap vermek” kul için kullanıldığında “itaat etmek, bağlılık göstermek” anlamına gelmektedir. (Rağıb el-isfehani, Müfredat 128) Birr, iman, ibadet ve ahlaka dair bütün iyi hasletleri kapsayacak genişlikte bir kavramdır. (Birr, DIA. VI. 204) Tur suresi 28. Ayetinde Allah’ın isimlerinden biri olarak kullanılan “el-berr” kavramı “Yüce Allah’ın bütün mahlukatına rahmetiyle muamele etmesi, takva sahibi kullarına kat kat sevap vermesi, niyetlendiği güzel işleri yapamayanları ve niyetlendiği kötü işlerden vazgeçenleri bile ödüllendirmesi, asileri ise sadece işledikleri günahlar kadar cezalandırması” anlamına gelmektedir. (Kur’an Yolu Tefsiri DIB. VI. 145) İyilik ve doğruluk arasında güçlü bir bağ vardır. Peygamberimiz (s.a.s) “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür.” Buyurmuştur. Bu minvalde sayısız örnek sıralanabilir elbette.

Lokman Hekim’e ait olduğu söylenen “Allah’ı ve ölümü unutma! Yaptığın iyiliği ve sana yapılan kötülüğü unut!” şeklindeki nasihat, iyiliğin karşılık beklemeden yapılması gerektiğini dile getirmektedir. Başkaları görüp takdir ya da teşekkür etsin, onlar da benzerini bize yapsın diye değil, insanın iç dinginliği ve huzuru için tercih edeceği bir davranıştır iyilik. Yani iyilik aslında insandaki müspet yönleri ortaya çıkarmaya vesiledir. İyilik, insanı yücelttiği gibi arındırır da. “Gündüzün iki tarafında gecenin de gündüze yakın saatlerinde namaz kılın. Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri yok eder.” (Hud, 11/114) ayeti, icra ettiği günahtan sonra pişman olan bir sahabenin Hz. Peygamber’e (s.a.s) gelerek durumu anlatması üzerine nazil olmuştur. Bu adam sonra Hz. Peygamber’e (s.a.s) gelerek durumu anlatması üzerine nazil olmuştur. Bu adam sonra Hz. Peygamber’in arkasında farz namazı kılar. Namazdan sonra Efendimiz, “Sen abdest alıp bizimle birlikte namaz kıldın değil mi?” diye sorunca “Evet” cevabını verir “işte bu yaptığına kefarettir.” Buyuran Peygamberimiz, işlediği günahın yaptığı bir iyilikle affedilebileceği cevabını vermiştir. (Mukatil B. Süleyman Tefsir-i kebir, II. 206)

İyilik fıtri bir durumdur. Yani yaratılışımızdan sahip olduğumuz bir erdemdir. Selim bir kalp tarafından üretilir. İmana açık bir yüreğin işidir. Kötülük, onu yapmaya alışık olmayan için bir yüktür ve sahibini üzmesi imanla alakalıdır. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) “Kim bir iyilik yaptığında seviniyor, bir kötülük yaptığında üzülüyorsa o mümindir.” Buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel Müsned IV. 399) İman sahibi olan kimseler iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar. (Tevbe, 9/71) İnsanları iyilikten alıkoymaya çalışanların imanına nifak karışmıştır. Tevbe suresi 67 ayette münafıkların özellikleri anlatılmış, onların “insanları kötülüğe özendirdikleri dile getirilmiştir. İnsan kendisi için de iyilik istemeli ama bunu dünya ile sınırlamamalıdır. Müminin yapacağı “Rabbimiz, bize iyilik ver ve bizi ateşin azabından koru.” Duası (Bakara, 2/201) “ afiyet, iyi bir eş, geniş bir rızık, faydalı ilim, salih amel” gibi dünyadaki bütün hayırları içine toplar. Ahiret için istediği iyilik ise “korkudan emin olmak, hesabın kolaylaşması ve cennete girmek” gibi daha büyük güzellikleri içine alır. (İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’ani’l-Azim, II, 559)

 

Bu yazı toplam 769 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
AİLE KÖŞESİ Arşivi
SON YAZILAR