MİSAFİR KALEMLER

MİSAFİR KALEMLER

YUMURTA

YUMURTA

Seksenli yılların ortası, yaprakların yeşilden sarı ve kızıla doğru renk değiştirdiği serin bir sonbahar sabahı… Süreyya yatağından kalktığı gibi anneannesinin odasının kapısını açtı. “Uyanmış mı benim meleğim” deyip yaşlı kadının yanağına bir öpücük kondurdu.

-Canım kızım, mis kokulum, uyansam ne olacak, yataktan çıkamadıktan sonra…

-Hemen de hüzünlü başlamasak güne, yapma böyle, yanımızdasın ya…

-Tamam bakalım, annenler gitti mi işe?

-Az önce çıktılar. Şimdi seninle güzel bir kahvaltı yapalım, tamam mı? Güzel bir omlet yapacağım sana, parmaklarını yiyeceksin.

Yaşlı Fatma yüzünü ekşitti:

-Ben yumurta yiyemiyorum biliyorsun.

-Ben pişirsem seversin belki, bir kerecik yesen…

-Yiyemiyorum kızım ısrar etme.

Süreyya odasına geçip pijamalarını çıkardı, gece koltuğun üzerine bıraktığı kıyafetlerini giydi, saçlarını tarayıp eliyle kıvırarak kıskaçlı tokayla tutturdu, elini yüzünü yıkadı, kahvaltı hazırlamak için giriş kapısının yanındaki büyük balkonu bahçeye bakan mutfağa girdi.

“Ben bir görenin dönüp bir daha baktığı, al yanaklı, yay gibi kaşlı, Lazların güzel kızı, Eyüplerin büyük gelini Koca Fatma’yım. Üç evin işini görür, tarlaya gider, dama girer, yorgunluk nedir bilmezdim. Bu hallere geleceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.” diye düşündü Fatma. İnsan bir kere düşmeye görsün. Altı ay önce kalçası kırılmış, olduğu ameliyatta onu ayağa kaldıramamıştı. Emeklilik zamanı çoktan gelip geçtiği halde hâlâ çalışan biricik kızı ve damadının evinde, ömrü boyunca yatmadığı kadar, yılların yorgunluğunu giderircesine yatıyordu. Ağrına gidiyordu böylece yataklara düşmek. Ama elinden de ölümü isteyerek dua etmekten başka bir şey gelmiyordu. Son günlerindeki canına can katan en büyük mutluluğu, okulunun açılmasına az bir zaman kalan torunuyla vakit geçirmekti.

-Bakalım beğenecek misin tostumu?

-Sen yaparsın da beğenmem mi? Ellerine sağlık yavrum.

Fatma yatakta, Süreyya yanındaki koltukta, tostlarını yiyip bergamot kokulu çaylarını yudumladılar.

-Anneanne bana buralara nasıl göç ettiğinizi anlatacaktın.

-Hiçbir şeyi de unutmuyorsun.

Dedi ama kendisi de unutamıyordu. Hüzünlü gözlerini karşı duvara dikti, adeta yeniden yaşıyormuşçasına anlatmaya başladı.

-Şehre çok yakın, yemyeşil ormanlar, şırıl şırıl akan derelerle çevrili bir kasabada, Çerkez, Laz, Rum komşularımızla dostluk içinde yaşıyorduk. Dedemle babamın konuşmalarından duyduğumuz kadarıyla memleketimizin her yerini düşmanlar işgal etmiş, bizim şehrimizi de Rumlar kuşatmıştı. Bizim için Rum demek kapı komşumuz, babamın birlikte ava çıktığı Hristo amca demek, annemin birlikte oturup el işi yaptığı, ekmek çörek pişirdiği Eleni teyze demekti. Seferberlik ilân edilince babam cepheye çağrılmış, eşi, gelini ve üç çocuğun başında dedem kalmıştı. Rumlar şehrin dışında kasaba ve köylere girip yağmalamaya başladığı sıralar Hristo amcanın da bize karşı tavırları değişmişti. Bir gece Rum askerleri evimize girip her yeri dağıttılar. Kıymetli gördükleri şeylerle birlikte annemi de sürükleye sürükleye götürdüler. Karşı çıkan dedemi dövüp bir kenara attılar. Hasta yatağında yatan nineme dokunmadılar bir tek, bir de saklandığımız kilerdeki delikten olayları sessiz, korku içinde izleyen bize. Hristo amcayı işte orada gözlerini daha önce hiç görmediğim bir ifadeyle fark ettim. Orda ne kadar kaldık, dedem ne zaman kendini toparladı bilmiyorum. Annemi o son görüşümüzdü. Ninem de birkaç gün içinde öldü. Bir gece aniden çalan kapı hepimize yine korku saldı, sarıldık birbirimize, açmadık kapıyı. Kapıdan Eleni teyze seslendi bize: “Mustafa Efendi korkmayın ne olur, siz benim kardeşimsiniz, çok üzgünüm, beni kötü bilmeyin. Her yeri yakacaklar kaçın gidin buralardan. Şimdi hepsi sarhoş, kimisi sızmış, hemen kaçıp kurtarın kendinizi.” Gözü yaşlı dedem gidip kapıyı açtı, Eleni Teyze de ağlıyordu. “Hemen gidin hiç beklemeyin” Dedem alelacele bulduğu heybeye evde kalan yiyecek ne varsa koyup ellerimizden tuttu, ormanın içlerine doğru koşar adımlarla kaçtık. Nereye gittiğimizi dedem de biz de bilmiyorduk. Ormanın derinliklerinden böyle kaç gün yürüdük bilemiyorum. Heybemizdeki yiyecekler bitip, birkaç gün geçtikten sonra aç karnına daha fazla yürüyemez olmuştuk. Önümüze çıkan köye gidip iş istemeye karar verdi dedem. Yiyecek bulma ümidi dermansız dizlerimize derman katmış yürüyüşümüzü hızlandırmıştı. Nihayet bir köye vardığımızda hepimiz perişan bir haldeydik. Biz üç kardeş bir kütüğün üzerine oturduk, dedem de köy kahvesinde oturan yaşlıların yanına gitti. İş isteyecek karşılığında ne verirlerse karnımızı doyuracaktık. Sevinçle giden dedem başı önünde, gözü yaşarmış geri gelmişti. Yapılacak iş olmadığı gibi bize verecek bir şeyleri de yoktu yoksul köylünün. Tüm yurttaki seferberlik halkın varını yoğunu cepheye göndermesine neden olmuştu. Vatan düşmanlardan temizlensin yeterdi. Yoksulluk içerisinde bir şekilde yaşanır ama vatansız asla yaşanmazdı. Dedem de yanımıza çöküp oturdu. Kardeşlerim de ben de hiç bir şey sormadık, boynuna sarılıp öptük dedemi. Yanımıza yaklaşan yaşlı kadının seslenmesiyle önümüze düşen başımızı kaldırdık. “Bana yardım lâzım, kimim kimsem kalmadı, sen bana yardım eder misin kızım, evde birkaç işim var görülecek, gücüm yetmiyor artık” Dedeme baktım, başını salladı. “Ben yardım ederim, ne iş olsa yaparım” dedim. On yaşında uzun boylu zayıf bir çocuktum ama evde dedeme yardım ederken her işi yapmayı öğrenmiştim. “Hadi gel bakalım. Merak etmeyin siz de şu avlunun içinde görünen benim evimdir, karşılığını da veririm haa” Yaşlı kadın önde ben arkada avludan içeri girdik. İki göz odalı evin her yerini süpürdüm darı süpürgeyle, ocağın küllerini de toplayıp kadının gösterdiği ağacın dibine döktüm. “Maşallah sana anan iyi öğretmiş, bir de şu kafama bak bakalım kaşıntıdan duramıyorum” Kadın solmuş örtmesini çıkardı kınalı saçları meydana çıktı, başındaki daha önce tanışmış olduğum bitleri ve yumurtalarını tek tek ayıkladım, kemik tarağıyla güzelce taradım. İşim bitmişti. “Al bakalım, yaptığın iş bu kadar etmez ama hayrım olsun benim de” dedi. Çok utandım, boynum büküldü, gözüm yaşardı. Karşılık olarak elime verdiği bir parça arpa ekmeği ve iki yumurtayı dışarıda yolumu bekleyen üç çift göze doğru koşar adımlarla götürmek için çıktım. Beni görünce kardeşlerim ayağa kalkmışlardı. Adımlarımı hızlandırdım, tam önlerine geleceğim sırada ayağım kütüğe takıldı, elimdeki yumurtalar yere düştü. Boğazımda düğümlenen hıçkırık çözüldü ağlamaya başladım. Kadın pişirmeden verseydi yumurta yiyemeyecektik. Birkaç lokma ekmek yedim. Doydum ben deyip arkamı döndüm, sessizce ağlamaya devam ettim. Ayağımın acısına ağlıyorum sanıyorlardı. Oysa benim ayağım değil kalbim sızlıyor, kanıyordu. Aradan yetmiş yıl geçti, şu boğazdan yumurta bir daha hiç geçmedi. O yumurta çaresizliğin, açlığın, anne babasızlığın, vatansız kalma korkusunun timsali oldu. Düşmanların ulaşamadığı o dağ köyüne köylülerin yardımıyla yerleştik, evlendik, dal budak saldık işte. Beş altı sene içinde vatanımız düşmanlardan temizlendi de kabuslarımız sona erdi. Ama babamdan da hiç haber alamadık. Yeter mi bu günlük, yoruldum yavrum, dinleneyim biraz…

Süreyya kapıyı kapatıp dışarı çıktı. Fatma’nın kabuk bağlamaya yüz tutmuş yarası yeniden kanamaya başladı, gözlerine yaşlar hücum etti. Sağ eli göğsünün üzerinde gözlerini yumdu.

Emine ÖZTÜRK

Bu yazı toplam 1032 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
MİSAFİR KALEMLER Arşivi
SON YAZILAR