ÇEVRE TABİAT BİZİM KARDEŞİMİZ
Hakkında Resûlullah"ın, “Ümmetimin bilgesidir.” buyurduğ güzide sahâbî Ebu"d-Derdâ, bir gün Şam"da fidan dikmekteydi. Bu esnada yakınından geçmekte olan bir kişi, ağaç dikmesinin dünya hırsından ve dünya malına düşkünlüğünden kaynaklanan bir uğraş olduğunu zannetmiş olmalı ki, onun bu durumunu garip karşıladı. Yaptığı işi küçümser bir eda ile “Allah Resûlü"nün (sav) arkadaşı olduğun hâlde sen de mi böyle yapıyorsun?” dedi. Ebu"d-Derdâ bu kişiye, “Hakkımda hemen hüküm vermeye kalkma! Zira ben, Allah Resûlü"nün (sav), "Her kim bir ağaç diker de ondan bir insan yahut Allah"ın yarattığı herhangi bir canlı yerse muhakkak bu, o kimse için bir sadaka olur." buyurduğunu işittim.” diye cevap verdi.
Aslında yeryüzüne gönderilmeden önce de insanın bir çevresi vardı. İnsanlığın atası Hz. Âdem, altlarından ırmaklar akan yemyeşil bir cennette yaşamaktaydı. Orada çevresi ile bizzat Yüce Allah tarafından tanıştırıldı. Çevreyi anlama ve anlamlandırma sürecinin daha başlangıcında Allah, Hz. Âdem"e varlıkların isimlerini öğretti.(Bakara,2/31) Allah Teâlâ, yeryüzünde hayat serüvenine başladığı günden bugüne insana çevresini tanıtmaya ve çevrenin taşıdığı anlamları hatırlatmaya devam etti… Ve son elçi Hz. Muhammed"e gönderdiği vahiyde de Allah, çevreyi hem maddî nitelikleri hem de mânevî karakteri ile birlikte zikretti. “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah"ındır. Allah, Muhît"tir (her şeyi çepeçevre kuşatandır).” (Nisa,4/126) buyurmak suretiyle çevrenin Yüce Yaratıcı ile olan doğrudan ilişkisine dikkat çekmiştir.
En küçüğünden en büyüğüne kadar evrendeki bütün varlıkların, fizikî kıymetinin ötesinde mânevî bir değeri vardır. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah"ı tesbih eder.(Hadid,57/1) Ne var ki insan, onların tesbihini anlayamaz. (İsra.17/44) “Bitkiler ve ağaçlar (Allah"a) secde ederler.” (Rahman,55/6) buyuran Kur"an, bitkilerin ruhsuz, duygusuz, cansız ve amaçsız varlıklar olmadığını hatırlatır. Nitekim Hz. Peygamber, hacıların telbiyelerine etrafta bulunan ağaçların eşlik ettiğini bildirmiş, müezzinin sesini işiten herkesin yanında ağaçların da kıyamet gününde müezzin lehinde şehâdette bulunacağını haber vermiştir.
Kısacası yerde ve gökte bulunan her şey Allah"a boyun eğmekte ve O"na kulluk etmektedir.(Al-i İmran,3/83) Bir âyette Yüce Allah, hayvanların ve kuşların insanlar gibi ümmet olduğunu bildirmektedir.(En'am,6/38) Hz. Peygamber de ümmet olan bu hayvanlara karınca ve köpekleri örnek verir. Dolayısıyla İslâm"ın çevreye yüklediği anlam, bütün varlıkların daha yaratılıştan bir değere sahip olduğu ilkesine dayanır. Buna göre ilk olarak çevre, Allah"ın insana bir emanetidir. Çünkü insan, canlılar içinde çevreyi en üst düzeyde algılayabilen varlıktır. Bu sebeple Allah, doğayı, göklerde ve yerde olan her şeyi insanın hizmetine vermiş,(Casiye,45/13) yeryüzünde emaneti yüklenen varlık olması sebebiyle de insanı sorumlu tutmuştur.(Ahzab,33/72) İnsanın dünyadan sorumlu olmasının bir anlamı da budur. Ayrıca içinde yaşamın devam ettiği şu dünyada, hava, toprak ve su gibi doğal kaynaklar yalnız insanın değil yeryüzündeki bütün canlıların ortak malıdır. Nitekim Hz. Peygamber, Müslümanların çayır, su ve ateş gibi doğal imkânları paylaşmak zorunda olduklarını söylerken bu gerçeğe işaret etmiştir. Dolayısıyla insanlar çevreye karşı bu bilinçle davranmak durumundadır.
Çevre, ikinci olarak, insanları, Allah inancına ulaştırabilecek kanıtlar bütünüdür. Çünkü Kur"an"da Allah"ın kudretini, ilmini, celâl ve cemâlini yansıtan muhteşem bir kâinat tablosu sunulur. Kâinattaki her şeyin anlam yüklü olduğuna vurgu yapılır. Nitekim insanın her gününü birlikte geçirdiği yeryüzüne ve gökyüzüne ait canlı ve cansız varlıklar Kur"an"da sıklıkla zikredilmiştir. Kabaran denize,(Tur,52/6) aya, çekilip gittiğinde geceye, aydınlandığında sabaha,(Müddessir,74/32-34) şafağa,(İnşikak,84/16) burçlarla dolu gökyüzüne,(Buruc,85/1) yeryüzüne,(Tarık,86/12) güneşe ve onun aydınlığına (Şems,91/1) yemin edilmiştir. Hatta Kur"an"daki bazı sûrelere, inek, arı, karınca, örümcek gibi hayvanların; bazılarına da yıldız, demir, güneş gibi tabiat varlıklarının isimleri verilmiştir.
Diğer taraftan Kur"an, yeryüzünü bazen çocukların yetişmesi için hazırlanmış bir beşiğe,(Ta-ha,20/53) bazen üzerinde istirahat edilen bir döşeğe (Nebe,78/6) benzetir. Gökyüzünü de her çeşit bozulmadan muhafaza edilmiş, kandiller (Fussilet,41/12) ve yıldızlarla süslenmiş (Saffat,37/6) bir tavana benzetir.
Yeryüzü hakkında Hz. Peygamber, “Arz (yeryüzü) Allah"ın arzıdır, insanlar da Allah"ın kullarıdır...” buyurmuştur. Dolayısıyla varlıklar birbirine rakip değil her biri ayrı bir değere sahiptir ve her varlığın sahibi Allah"tır. Bütün varlıklara rahmet nazarıyla bakan Kutlu Nebî"nin, Kur"an"ın, yeryüzünün sütunları (Nebe,78/7) olarak nitelediği dağlardan biri olan Uhud dağı
hakkındaki sevgi dolu şu sözü, onun çevreye bakışını göstermesi açısından önemlidir. Tebük Gazvesi dönüşünde Medine"ye yaklaştıklarında karşıdan Uhud dağı görününce Hz. Peygamber"in dudaklarından şu söz dökülüvermiştir: “İşte bu Tâbe"dir (iyilik ve güzellik şehridir).Bu da Uhud"dur, öyle bir dağdır ki o bizi sever biz de onu severiz.”
Sevgili Peygamberimiz, yeryüzünün bir parçası olan toprağı, hem maddî mânevî temizlenme ve arınma aracı hem de ibadet yeri olarak görmüştür. Nitekim kendinden önceki peygamberlere verilmeyip de sadece kendisine verilen hususları saydığı bir hadiste o (sav), “Benim için yeryüzü temiz ve namaz kılmaya uygun kılınmıştır” buyurur. Nitekim namaz ancak su ile abdest alınarak veya su bulunmadığında toprakla teyemmüm edilerek kılınır. Diğer dinlerde ibadetler sadece mâbetlerde yapılırken İslâm"da namaz yeryüzünün her yerinde kılınabilmektedir.
Yeryüzünün temiz tutulması, bu temiz hâlin devam ettirilerek kirletilmemesi, özellikle insanların yaşadığı şehirlerin, köylerin, mahallelerin, caddelerin ve sokakların tertemiz olması hem insan sağlığı hem tertip ve düzen hem de güzellik ve estetik açısından önemlidir. Nitekim Sa"d b. Ebû Vakkâs"tan nakledildiğine göre, Hz. Peygamber, “Evlerinizin önlerini temiz tutunuz.” buyurmuştur. Bu bağlamda Allah Resûlü tarafından anlatılan şu kıssa dikkat çekicidir: “Bir adam yol üzerinde dikenli bir dala rastladı: "Vallahi, bunu Müslümanlardan uzaklaştırayım da onları rahatsız etmesin!" dedi. Bu sebeple cennete konuldu.” Peygamber Efendimizin bu konudaki hadisleri, günümüzde genellikle kamu hizmeti olarak algılanan sokak ve caddelerin temizliğine gerçekte her ferdin katkı sağlaması gerektiğini göstermektedir. Hz. Peygamber, “Rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmak sadakadır.” buyurmak suretiyle, çevrenin tertip ve düzenini sağlamanın ecir kazandıracağını belirtmiş; hatta bu konuyu imanla ilişkilendirerek, “İman yetmiş yahut altmış küsur şubedir. En üst derecesi lâ ilâhe illâllâh (Allah"tan başka ilâh yoktur) sözü, en alt derecesi ise yolda insanları rahatsız eden bir şeyi kaldırıp atmaktır...” buyurmuştur.
Hz. Peygamber, temizliğin her türlüsüne önem verdiği gibi mescit ve camilerin temizliğine de ayrı bir özen gösterirdi. Nitekim bazen mescit içinde gördüğü pislikleri bizzat temizler, camilerin temizlenmesini ve güzel kokuyla bezenmesini isterdi.
Hz. Peygamber, oğlu İbrâhim"in cenazesinde, mezarın içinde düzeltilmemiş hafif bir yarık gördü ve bunun derhâl düzeltilmesini emretti.
Bu düzeltmenin ölüye fayda edip etmeyeceğinin sorulması üzerine, “Aslında bu, ölüye ne fayda ne de zarar verir, sadece sağ olanın gözünü rahatsız eder.” buyurdu. Peygamberimizin bu tavrı, çevrenin güzelleştirilmesine verdiği önem açısından “kabrin içinde bile düzene ve güzelliğe özen gösterilmesi gerekiyorsa, diğer yerlerde çok daha fazlası gerekir” anlayışını içermektedir.
Sevgili Peygamberimizin dilinde insanın her varlığa karşı olduğu gibi yeryüzüne ve toprağa karşı da sorumlulukları bulunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Peygamber, toprağın ekilmeksizin boş bırakılmasını hoş karşılamamış, “Kimin tarlası varsa onu eksin. Kendisi ekmezse onu (din) kardeşine ektirsin.” buyurmuştur. Bir başka hadiste ise “Her kim ölü bir toprağı (bakımını sağlayarak) ihya edecek olursa bundan dolayı ecir kazanır. Hayvanlar ondan yararlandıkça kendisine sadaka yazılır.” buyurmak suretiyle Müslümanları toprağı işleyerek korumaya teşvik etmiştir. Tüm bu rivayetler, toprağın işlenmesini öngörmekte ve bu şekilde davranmanın çevreye katkı anlamı taşıdığını vurgulamaktadır. Özellikle çarpık kentleşme neticesinde verimli tarım arazilerinin beton yığınına dönüştürüldüğü günümüzde, Hz. Peygamber"in bu tavsiyelerine ne kadar çok muhtaç olduğumuz ortadadır.
Çevre açısından bakıldığında, insan hayatında toprak kadar değerli başka bir varlık da sudur. Ölü toprağın canlanması, yemyeşil olması, hayvanların ve insanların su ihtiyacını karşılayabilmesi için gökten tertemiz suyu indiren Allah"tır. (Furkan,25/48-49) Allah, bütün canlıları sudan yaratmış (Nur,24/45) ve insana suya bağımlı bir hayat vermiştir.
Allah Resûlü de yağmuru gördüğünde, “(Bu su) Rabbi tarafından az evvel yaratıldı.” buyurarak insanlara su nimetinin değerini hatırlatırdı. Resûl-i Ekrem, suyun Allah"tan gelen bir bereket olduğunu belirterek yemek duasında, “Bizi suya kandıran Allah"a hamdolsun!” sözleriyle şükrünü eda ederdi.
Abdest ve gusül gibi ibadetlerde de kullanılan su, Hz. Peygamber"in dualarında, “...Allah"ım! Beyaz elbisenin kirden arındığı gibi beni de günahlardan arındır! Allah"ım! Benim günahlarımı su, kar ve dolu ile yıka!” cümleleriyle yer alıyordu.
Çevrenin aslî unsurlarından olan suya karşı insanın pek çok sorumluluğu bulunmaktadır. Çünkü su hayattır, gelişigüzel harcanabilecek bir ihtiyaç maddesi değildir. Nitekim bir gün Sa"d b. Ebû Vakkâs abdest alırken Resûlullah (sav) onun yanından geçmiş ve “Bu israf nedir?” diye sormuştu. Sa"d, “Abdestte israf olur mu?” deyince Resûlullah (sav),
“Evet, akan bir nehir üzerinde bile olsan (abdestte israf vardır).” buyurmuştu. Dolayısıyla Hz. Peygamber, suyun en kutsal gayelerle bile olsa hoyratça kullanılmasına izin vermemiş ve kendisi de buna dikkat etmiştir.
Peygamber Efendimiz su kaynaklarının korunması üzerinde ısrarla durmuş, “Lânete sebep olan şu üç şeyi yapmaktan; su kaynaklarına, yol ortasına ve gölgelik yerlere abdest bozmaktan sakının.” buyurmuştur. Ayrıca durgun su birikintilerinin idrar ile kirletilmesi de hadislerle yasaklamıştır. Deniz suyunun temiz oluşu ile ilgili olarak da Resûlullah (sav), “Onun (denizin) suyu temiz/temizleyici, ölüsü helâldir.” buyurmuştur.
Kaynakların israf ile tüketilmesi çevre dengesini bozmakta ve bundan bütün canlılar zarar görmektedir. Hz. Peygamber"in doğal su kaynaklarının korunmasına yönelik kendi zamanındaki tedbirleri göz önünde bulundurulduğunda günümüzde kanalizasyon sularının, tıbbî, kimyasal ve endüstriyel atıkların akarsulara, denizlere ve göllere akıtılmaması gerektiği açıktır.
Hayatı nefes alıp vermesine bağlı olan insan, toprak ve su kadar havaya da muhtaçtır. Şehirdeki kalabalıktan uzaklaşıp tertemiz köy havasında büyümeleri ve güzel konuşabilmeleri için bebeklerin bir köyde sütanneye verilmesi âdeti Araplarda yaygındı. Bu âdet sebebiyle Hz. Peygamber de çocukluğunda Tâif"te yaşayan Halîme isimli sütanneye verildi.
Hz. Peygamber havanın temizliğine de önem vermiş, meselâ, hicretten sonra Bilâl-i Habeşî"nin ifadesiyle “veba beldesi”olan Medine"nin hastalıklı havasının güzel bir hâle gelmesi için Allah"a dualar etmişti. Ayrıca o, insanları rahatsız edecek her türlü kötü kokuya tepki gösterip soğan ve sarımsak yiyenlerin camiye yaklaşmamalarını istemişti. Sıcaktan dolayı mescitte ağır ter kokularının yükselmesi üzerine sahâbenin cuma namazına yıkanarak gelmelerini istemişti.
Komşu hakkına dikkat çeken bir hadisinde Hz. Peygamber,“Evini, komşunun evinden yüksek yaparak onun rüzgârını engelleme!” demişti. Hz. Peygamber"in bu buyruğunu bugün belki de en iyi, çarpık kentleşmenin neticesinde apartmanların iç içe girdiği, küçücük bir esintiye muhtaç, boy boy fabrika dumanlarının gökyüzüne yükseldiği, egzoz dumanlarının cadde ve sokakları kapladığı şehirlerde yaşayan insanlar anlayabilir.
Kur"ân-ı Kerîm,“O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz.” (Yasin,36/80) buyurarak yeryüzünün doğal elbiseleri olan bitkilerin insanın düşündüğünden çok daha fazla fonksiyonları olduğunu hatırlatır
Altlarından ırmaklar akan yemyeşil cennet bahçelerini tasvir eder. Böylelikle cennete teşvik için insanın güzel manzaralı bir çevrede hissettiği huzura vurgu yapılır aslında. Nitekim Hz. Peygamber de en zor şartlarda bile olsa yeryüzünün ağaçlandırılmasını teşvik etmiş, “Birinizin elinde bir hurma fidanı varken kıyamet kopuyor olsa bile derhâl onu diksin!” buyurmuştur. Hz. Peygamber"in teşvikleri bununla da sınırlı kalmamış, o (sav) dikilen ağaçların sevabından, diken kişinin ölümünden sonra da yararlanmaya devam edeceğini, “Bir kimse bir ağaç diktiğinde Yüce Allah mutlaka bu ağacın meyvesi oldukça ona sevap yazar.” sözleriyle belirtmiştir.
Ashâb-ı kirâm da Hz. Peygamber"in ağaçlandırma ve yeşillendirmeye yönelik teşvik ve tavsiyelerini özenle yerine getirmeye çalıştı. Hz. Ömer, Huzeyme b. Sâbit"e, “Arazine ağaç dikmene engel olan şey nedir?” diye sorduğunda, Huzeyme, “Yarın ölecek kadar yaşlandım.” şeklinde cevap vermiş, Hz. Ömer bu bahaneyi geçerli bulmayarak bahçesini ağaçlandırması gerektiğini söylemiş ve ağaç dikme işinde onunla birlikte bizzat çalışmıştır. Yine Hz. Osman, günün ilerleyen bir vaktinde ağaç dikerken, kendisini ziyarete gelen bir kimse, “Ey müminlerin emiri! Bu saatte mi ağaç dikiyorsun?” diye sorunca, “Bence, geldiğinde beni böyle salih amel işleyenlerden biri olarak bulman, bozgunculuk yapanlardan biri olarak bulmandan daha hayırlıdır.” cevabını vermişti. Aslında bir Yahudi"nin kölesi olan Selmân-ı Fârisî, efendisi ile özgürlük antlaşması yapacağında, Hz. Peygamber üç yüz hurma fidanı dikme şartını da antlaşmanın maddeleri arasına yazmasını ister. Daha sonra Sevgili Peygamberimiz, toplanan fidanları dikme işleminde bizzat bulunur ve dikilen bütün fidanlar da fire vermeden tutar. İnsanların zihinlerinde ağacın ve yeşilin yer etmesini isteyen Hz. Peygamber, tozu toprağa bulanmış anlamına gelen “afira” isimli bir köyün adını da “yeşillik” anlamına gelen “hadira” kelimesiyle değiştirir.
Hz. Peygamber, hayvanların var olma hakkına verdiği öneme binaen yolculuk yaparken susayan, bir kuyuya rastlayınca su içen bir adamın, kuyudan çıktığında susuzluktan nemli toprağı yiyen zavallı bir köpekle karşılaşınca, “Benim başıma gelen bunun da başına gelmiş!” diyerek tekrar kuyuya inip ayakkabısına doldurduğu su ile köpeği suladığını, böyle bir davranışın karşılığında Allah"ın o kuldan razı olduğunu ve onu affettiğini anlatmıştır. Bunun tam aksine, aç bıraktığı ve hatta yerdeki küçük hayvanlarla karnını doyurmasına bile izin vermeyerek bağladığı bir kedinin açlıktan ölmesine sebep olan bir kadının da bu davranışı yüzünden cehenneme girdiğini nakletmiştir.
Bir defasında Allah Resûlü, devesi bir deve kuşu yuvasına basıp da yumurtalarını kıran ihramlının her bir yumurtaya karşılık bir gün oruç tutmasını yahut bir fakiri doyurmasını emretmiştir. Yine bir yolculuk esnasında sahâbîlerden birisi, bir yuvadan iki tane yavru kuş almış, yanlarına geldiğinde anne kuşun çırpınışını gören Hz. Peygamber, “Bu kuşu yavruları sebebiyle üzen kim? Yavrularını ona geri verin!” buyurmuştur. Bir devenin sıkıntılı olduğunu fark edince sahibini, “Bu dilsiz hayvanlar hakkında Allah"tan korkunuz!” diyerek uyaran Hz. Peygamber"in bu konudaki buyrukları her konuda olduğu gibi hayvanlar hakkındaki bilincin de ancak imandan beslenen bir sorumlulukla insanların kalplerine yerleşebileceğini göstermektedir.
Sonuç olarak insanlar, hem içinde yaşadıkları toplumsal çevre karşısında hem de Allah katında sorumludurlar. Her türlü nimetle kuşatılan çevreyi herhangi bir katkıları olmaksızın hazır bir şekilde bulmuşlardır. Allah, çevreyi ve çevrenin unsurlarını insanın hizmetine vermiş ve onlara sorumlu olduklarını bildirmiştir.(Casiye,45/13) İnsanlık kendi eliyle müdahale edip kirletmedikçe çevre,(Mü'minun,23/71) kendi sistemi içinde temiz kalacaktır.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
GÜNÜN AYETİ:
“Bitkiler ve ağaçlar (Allah"a) secde ederler.” (Rahman,55/6)
GÜNÜN HADİSİ:
Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle
buyurmuştur: “...Rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmak sadakadır.”
( Buhârî, Cihâd, 128)
GÜNÜN DUASI:
Rabbim!Beni yalnız başıma bırakma.Sen,varislerin en hayırlısısın.(Enbiya,21/59)
BİR SORU & BİR CEVAP
SORU :Henüz olgunlaşmamış sebze ve meyvenin satışı caiz midir?
CEVAP:İslam âlimleri, Hz. Peygamber’in(s.a.s.), meyvesi olgunlaşıncaya kadar hurmanın ve aynı zamanda dânesi beyazlaşıp afetten emin oluncaya kadar da ekin satışını yasaklamasını (Müslim, Büyû’, 49) gerekçe göstererek henüz olgunlaşmamış, kendisinden insan yiyeceği veya yem olarak yararlanılacak durumda olmayan sebze ve meyvelerin satışını caiz görmemişlerdir. İnsanlar için yiyecek, hayvanlar için de yem olarak kullanılabilecek durumda olan sebze ve meyvelere gelince; bunların henüz olgunlaşmadan satışı caizdir. Zira bu durumdaki sebze ve meyveler, kendilerinden yararlanılan ve değer taşıyan bir mal olarak kabul edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 13).
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: İsmail BASRI
DİN HİZMETLERİ UZMANI
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.