Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

SUÇ VE CEZA KABAHATLER ve MÜEYYİDELER

SUÇ VE CEZA KABAHATLER ve MÜEYYİDELER

Allah Resûlü’nün irtihalinden sonra Afrika’ya gidip orada vefat eden sahâbîlerden Ebû Rimse et-Teymî, Kutlu Nebî ile ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor: “Bir gün babamla Resûlullah’a (sav) gitmek üzere yola çıktık. Onunla karşılaştığımızda babam, ‘Bu kim biliyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır.’ dedim. Babam, ‘İşte bu Allah’ın Resûlü’dür.’ dedi. Bunu söyleyince çok şaşırdım. Çünkü Allah Resûlü’nü (sav) insanlara benzemeyen bir varlık olarak hayal etmiştim. Bir de baktım ki o da kınalı saçları kulak memelerine kadar uzamış, üzerinde iki parça yeşil elbise olan bir insanmış. Bu arada babam ona selâm verdi. Sonra oturup bir müddet sohbet ettik. Derken Allah Resûlü babama; ‘Bu senin oğlun mu?’ diye sordu. ‘Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki evet.’ diye cevap verdi. Allah Resûlü babama aşırı benzerliğim ve babamın ciddi ciddi yemin etmesine tebessüm etti. (Babamı rahatlatmak için) şöyle buyurdu: ‘Şüphesiz o senin suçundan dolayı cezalandırılamaz, sen de onun suçu yüzünden cezalandırılamazsın.’ Ardından da şu âyeti okudu: ‘Herkesin günahı yalnız kendinedir. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O size, ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (En’âm, 6/164.)

Ebû Rimse’nin babası, çocuğunun kendisine ait olmadığı şüphesine karşı ısrarlı bir şekilde yemin etmişti. Allah Resûlü de adamın ciddi ciddi yemin ettiğini görünce kendini tebessüm etmekten alamamış, bu söyleşinin ardından Ebû Rimse’ye ve onun şahsında tüm Müslümanlara hukukî bir ilkeyi öğretmişti. Bu, suçun şahsîliği ve kimsenin başkasının suçundan sorumlu olamayacağı ilkesiydi.

O dönemde katı kabilecilik ve kolektif sorumluluk anlayışından dolayı baba, oğul ve yakın akrabalar genellikle beraber hareket ederdi. Birinin işlediği cinayet, gasp suçu kabilenin hepsi tarafından üstlenilir, elde edilen mallar da aynı şekilde paylaşılırdı. Böyle bir ortamda yetişen sahâbîlerden birisi Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Bu Sa’lebeoğulları falanca kimseyi câhiliye döneminde öldürmüşlerdi, onlardan intikamımızı al.” deyince, Allah Resûlü koltuk altlarının beyazı görülünceye kadar kollarını kaldırıp iki defa şöyle buyurdu: “Bir anne çocuğunun işlediği suçtan dolayı cezalandırılamaz.” Yaptığı çeşitli konuşmalarından Rahmet Elçisi’nin suçların ve cezaların şahsîliği ilkesine son derece dikkat ettiği anlaşılmaktadır. Allah Resûlü Veda Hutbesi’nde, “...Bilesiniz ki! Kişi ancak kendi işlediği suçtan sorumludur. Baba, evlâdının suçundan, evlât da babasının suçundan dolayı cezalandırılmaz.” buyurarak suçların bireysel olduğu anlayışının ashâbı arasında pekişmesini sağlamıştır.

Allah Resûlü, suçlular için öngörülen cezaların uygulanmasında birtakım ilkelere riayet edilmesini istemiştir. Bunların en önemlilerinden biri verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi suç ve cezalarda “suçun şahsîliğinin” gözetilmesidir. Buna göre suçu kim işlediyse cezayı o çekmelidir. Bir başka ifadeyle bir kişi bir başkasının işlediği suçtan dolayı cezaya çarptırılamaz. Bu kural, suçsuz ve günahsız insanları koruyan, herhangi bir kimseye hak etmediği muameleyi yasaklayan insanî ve medenî bir ilkedir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde günahların şahsî olduğunu, hiç kimsenin başkasının işlediği günahtan sorumlu tutulamayacağını bildirmiştir. Bu âyetlerden birinin meali şöyledir: “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa, ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa...” (Fâtır, 35/18.) Hz. Peygamber dönemine bakıldığında, onun, gerek Müslümanları işledikleri günahlardan sorumlu tutma gerekse suç işleyenleri cezalandırma noktasında daima bu ilkeye riayet ettiği görülmektedir.

Hz. Peygamber’in, ceza verilirken dikkat edilmesi gerektiğini bildirdiği hususlardan bir diğeri de, işlenen suçun cezasının önceden belirli olmasıdır. Modern hukuk sistemlerinin de kabul ettiği bu evrensel ilkeye göre hakkında açıkça yasaklayıcı hüküm bulunmayan bir söz veya eylemden dolayı hiç kimse hiçbir şekilde cezalandırılamaz. Bu ilkeye göre suç ve cezalarda kıyas yasak olup hangi söz ve davranışların suç olduğu ve bu suçlara ne tür ve ne kadar ceza verileceği önceden bilinmelidir. İslâm’da da nelerin suç olduğu ve bu suçları işleyenlere ne tür ve ne kadar ceza verileceğinin önceden herkese bildirilmesi ilkesi benimsenmiştir. Hz. Peygamber de varsa âyetlerde açıklanan suçları ve bu suçlara verilecek cezaları açıklamış, yoksa kendisi hangi söz ve eylemlerin suç olduğunu daha önceden açıkça bildirmiştir.

Hz. Peygamber’in ceza verirken dikkat edilmesini gerekli gördüğü bir başka husus ise cezaların genel olarak herkes için geçerli olmasıdır. Bu ilkeye göre, din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı yapılmadan herkese aynı hukukî ilkelerin uygulanması gerekir. Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde onun bu konuda ne kadar titiz hareket ettiği görülmektedir. Câhiliye döneminde tiranca hareket edilir, kadınlar insan yerine konulmaz, köleler ise her açıdan bir eşya kabul edilir, suç işlendiğinde de herkese toplumdaki sosyal, siyasî ve ekonomik statülerine göre muamele edilirdi. Böyle bir toplumda yetişen bazı sahâbîler Mekke’nin fethi sırasında hırsızlık yapan Mahzûmoğulları kabilesinin ileri gelenlerinden Fâtıma adındaki bir kadın için Hz. Peygamber’den ayrıcalıklı davranmasını talep etmişlerdi. Kureyşliler, kadına ceza verilmemesi için ne yapmaları gerektiği konusunda kendi aralarında istişare ettikten sonra Hz. Peygamber’in çok sevdiği sahâbîsi Üsâme b. Zeyd’i ona aracı olarak göndermeye karar vermişlerdi. Üsâme, Hz. Peygamber’e gelerek durumu anlattıktan sonra Allah Resûlü, “Allah’ın takdir ettiği cezalarından bir ceza için aracı mı oluyorsun?” buyurmuş daha sonra da ayağa kalkarak şu konuşmayı yapmıştır: “Ey insanlar! (Allah) sizden önceki milletleri, içlerinden soylu birisi hırsızlık yaparsa onu bırakmaları, zayıf birisi hırsızlık yaparsa onu cezalandırmaları sebebiyle helâk etmiştir. Allah’a yemin olsun ki Muhammed’in kızı Fâtıma hırsızlık etse mutlaka onun da elini keserdim.” buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz, bu davranışıyla, konulan kuralların herkese uygulanacağını insanlara bildirmişti. Buna benzer bir şekilde toplumda fakir, sahipsiz insanlara karşı işlenen suçların cezasız kalmayacağını bildirmek için de “Kim kölesini öldürürse biz de onu öldürürüz. Kim kölesinin bir organını keserse biz de onun bir organını keseriz.” buyurmuştu. Her konuda insan hayatını ve şerefini ön planda tutan Hz. Peygamber, sadece hayatta olanların değil henüz ana rahminde bulunanların da hayatlarını kutsal ve dokunulmaz kabul etmiş ve gebe bir kadına vurarak çocuğunun düşmesine sebep olan kimseyi cezalandırmıştır.

Suçun işlendiği, delillerle ispat edilmedikçe asla ceza uygulanmaz. Hz. Peygamber de bir dava kendisine geldiğinde isnat edilen suçu işlediğine iyice kani olmadıkça sanığı cezalandırmazdı. Onun getirdiği bu anlayış sonraki dönemlerde Müslümanlar tarafından, “beraat-i zimmet esastır/suçsuzluk esastır.” şeklinde benimsenecekti. Onun delil olarak kabul ettiği ispat vasıtalarının başında sanığın suçunu itiraf etmesi gelmekteydi. Ancak Hz. Peygamber, zaman zaman ihtiyatla hareket ederek, sanığın tek bir defa itirafı ile yetinmemiş, suçu işlediğine iyice kani olmak için ikrarını tekrarlatmıştır. Meselâ, hırsızlık yaptığını itiraf eden suçluya hemen cezayı tatbik etmemiş, onun itirafını tekrar etmesi üzerine cezayı uygulamıştır. Bir defasında da Mâiz b. Mâlik el-Eslemî adlı sahâbînin zina suçunu itiraf etmesi ve “Ey Allah’ın Resûlü beni arındır.” demesine rağmen ona, “Yazıklar olsun sana! Git Allah’tan bağışlanma dile ve ona tevbe et!” buyurmuştur. Mâiz’in ısrarla geri gelmesi üzerine, “Bunda delilik mi var?” diyerek onu geri çevirmiş, tekrar geldiğinde de, “Bu adam içki mi içti?” diyerek itirafını kabul etmemiştir. Mâiz yeniden suçunu itiraf edince suç işleme ehliyetinin olduğu kanaatine vararak bu kişiye gerekli cezayı vermiştir. Hz. Peygamber, şayet suçlu, suçunu ikrar etmezse suçun sabit olduğu kesinleştiğinde ceza verirdi

Ceza, kişide çoğu zaman telâfisi mümkün olmayan zararlara sebebiyet verebilir. Bütün bunlar düşünülerek evrensel hukuk sistemlerinin birçoğunda, “Şüpheden, sanık yararlanır.” prensibi benimsenmiştir. Bu prensibe göre, bir kişinin suç işlediği kesin delillerle sabit olmadıkça o kişiye ceza verilemez. Hz. Peygamber’in uygulamaları incelendiğinde bu durum açık bir şekilde görülür. Nitekim bir hadislerinde Peygamberimiz, “Elinizden geldiği kadar Müslümanlardan cezaları düşürün. Şayet bir çıkış yolu bulursanız (davalıyı) serbest bırakın. Çünkü yöneticinin yanılıp affetmesi, yanılıp ceza vermesinden daha hayırlıdır.” buyurmuştur. Hatta bir defasında Hz. Peygamber, hırsızlıkla itham edilen bir kişiyi hapsetmiş ancak yeterli delil bulunamayınca aynı ilkeden hareketle o kişiyi serbest bırakmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, öldürme ve yaralama olaylarına karşı denklik cezasını öngörmekle beraber mağdurun veya velîsinin bundan vazgeçerek diyet alabileceklerini veya suçluyu karşılıksız affedebileceklerini belirtmiştir. “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah’a aittir. Şüphesiz o, zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 42/40.) âyetinde de affetmenin husumetleri bitirme açısından daha uygun olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber de suçtan öncelikle mağdur veya yakınlarının zarar gördüğü gerçeğinden hareketle, onların suçlunun cezalandırılmasını talep etme haklarının olduğunu belirtmiş ancak affetmelerini tavsiye etmiştir. Enes b. Mâlik’in, Allah Resûlü’nün kendisine intikal eden davalarda hep affı tavsiye ettiğini gördüğünü bildirmesi de Rahmet Elçisi’nin bu hassasiyetinin bir göstergesidir. Aynı şekilde suçluyu affetme hususunda sulh/anlaşma yolu da tercih edilebilir. Mağdur tarafın suçluyu affetmesi veya iki tarafın anlaşmaları, yetkili otoritenin güvenliği ve düzeni sağlamak amacıyla ayrıca bir ceza takdir etme yetkisini kaldırmamaktadır.

Hırsızlık, zina, zina iftirası, yol kesme ve terör gibi suçlarda ise mağdur tarafın davadan vazgeçmesi cezanın kaldırılmasına engel olamaz. Çünkü bu suçlar kişilere karşı işlenmiş olmakla birlikte aynı zamanda topluma karşı bir saldırı ve haksızlıktır. Meselâ, bir defasında Safvân b. Ümeyye isimli bir sahâbî Mescid-i Nebevî’de uyurken birisi ansızın gelip başının altındaki abasını çalmıştı. Safvân hırsızı yakalayıp Hz. Peygamber’in huzuruna getirdi. Gerekli muhakeme yapıldıktan sonra Hz. Peygamber, hırsızın elinin kesilmesine karar verdi. Safvân, “Onun elini mi keseceksin?” deyince Hz. Peygamber, “Onu bana getirmeden önce bıraksaydın ya!” buyurdu. Bu hadisten insanların, aralarında meydana gelen çeşitli kişisel anlaşmazlıkları mahkemeye intikal etmeden de çözebilecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, bu konu ile ilgili olarak bir hadislerinde, “Ceza gerektiren durumlarda davayı bana getirmeden önce birbirinizi affetmeye çalışın. Aksi takdirde ceza gerektiren bir dava bana geldiğinde hüküm vermem kaçınılmaz olur.” buyurmuştur.

Yüce Allah bir taraftan, haksızlık yapmadan yaşamaları konusunda insanları uyarmış, diğer taraftan da suç işleme ortamının oluşmaması için başta yöneticiler olmak üzere herkesten üzerlerine düşen görevleri yerine getirmelerini istemiştir. Ancak her toplumda olduğu gibi Müslüman toplumlarda da suç işleyecek kimselerin olabileceği gerçeği göz önünde bulundurularak suçluların cezalandırılmaları konusunda Yüce Allah ve Resûlü tarafından gerekli hükümler konulmuştur. Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in hayatı incelendiğinde suçla itham edilen kimselere ceza verme yanlısı olmadığından suçu işlediği kesin delillerle ispat edilmedikçe herhangi bir kimseyi suçlu ilân ederek, cezalandırma cihetine gitmediği görülür.

Hz. Peygamber, suç işleyenlere ceza vermeye hevesli değildi. Özellikle kul haklarına taalluk etmeyen konularda işlenen suçların fail tarafından açığa vurulmamasını isterdi. Zira böyle bir gizleme, suçun duyulmasına, yaygınlaşmasına ve örnek alınmasına da engel olacaktır. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Sizin için Allah’ın belirlediği suçlardan sakınma zamanı geldi. Kim şu çirkin şeylerden birini işlerse açığa vurmasın. Allah’ın gizlemesiyle (onu açığa çıkarıp rezil etmemesiyle) gizlensin. Zira kimin suçu bizim tarafımızdan duyulursa, biz de Allah’ın Kitabı’nı kendisine tatbik ederiz.”

Suçlular bireylere ve topluma karşı işlenen suçlara karşılık olarak bu dünyada belirlenen cezalarını çekerler. Allah Resûlü’nün hadislerinden kişinin yaptığı hatayı itiraf edip samimi bir şekilde tevbe etmesi hâlinde bunun, işlediği suçlar için mağfiret vesilesi ve kefaret olacağı anlaşılmaktadır. Ubâde b. Sâmit’in rivayet ettiği şu hadis konuya açıklık getirmektedir: “Hz. Peygamber, ‘Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacağınıza, hırsızlık etmeyeceğinize ve zina etmeyeceğinize dair bana bey’at edin.’ buyurdu. Ardından da şöyle devam etti: ‘İçinizden sözünde duranın mükâfatı Allah tarafından verilecektir. Ancak bu dediklerimden birini yapıp da ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ceza ona kefarettir. Ancak bunlardan bir suçu yapıp da yaptığı fiili Allah Teâlâ örterse, Allah dilerse ona mağfiret eder, dilerse ona ceza verir.’

Yine bir gün Allah Resûlü hırsızlık yaptığı için ceza verilen bir kişinin, cezası uygulandıktan sonra getirilmesini ister ve ona, “Allah’tan bağışlanmamı isterim ve O’na tevbe ederim de.” buyurur. Adam da, “Allah’tan bağışlanmamı isterim ve O’na tevbe ederim.” dedikten sonra Resûlullah (sav), “Allah’ım onun tevbesini kabul et.” diye dua etti. Bu anlamda rivayet edilen diğer hadislerden de kişinin dünyevî cezasını çekip güzel bir şekilde tevbe etmesi hâlinde âhiretteki cezalarının affedileceği ancak cezasını çektikten sonra tevbe etmeyenlerin tekrar ceza görecekleri anlaşılmaktadır.

Allah Resûlü’nün cezayı hak eden insanlara karşı tavır ve davranışları da ölçülü idi. Cezaların belirlenen şekilde uygulanmasını ister, aşırı gidenlerin de cezalandırılacaklarını bildirirdi. Örneğin, “Cinayet veya yaralanma gibi bir cürüme maruz kalan kişi (ya da velîsi) şu üç şeyden birini seçer: Ya kısas ister ya affeder ya da diyet alır. Dördüncü bir şey isterse onu engelleyin. Kim de bundan sonra sınırı aşarsa onun için acı verici bir azap vardır.” buyurmuştur. Belirlenen ölçülerin dışına çıkılması hâlinde topluma düzen getirme, aşırılık ve dengesizlikleri ortadan kaldırma gibi amaçlar gerçekleşmeyecek, haksızlık, intikam ve kan davaları devam edecektir. Bundan dolayı Allah Resûlü, “Diyet aldıktan sonra (katili) öldüren kişiyi asla affetmem!” buyurmuştur.

Ceza verilirken de insan onur ve şerefinin rencide edilmemesi gerekir. Kişiler elbette hata edebilir, suça bulaşabilir. Sonuçta da cezalandırılır. Cezalandırma ile bir yandan topluma mesaj verilip haksızlıkların önüne geçilirken, diğer yandan da ceza gören kişinin dünya ve âhirette tekrar kazanılması amaçlanmaktadır. Ceza verilirken suçluya hakaret edilmesi, onurunun rencide edilmesi, bu gayenin zedelenmesine yol açabilecektir. Ebû Hüreyre’nin anlattığına göre, Resûlullah’ın huzuruna cezalandırılmak üzere biri getirilir. Hz. Peygamber orada hazır bulunanlardan bu kişiye cezasını uygulamalarını ister. Ebû Hüreyre diyor ki: “...Cezalandırma işi bitince topluluktan bazı kimseler bu adama, ‘Allah seni hor ve zelil kılsın!’ dediler. Ama Peygamber (sav), ‘(Hayır) böyle söylemeyin! Bu adamın aleyhine şeytana yardım etmeyin!’ buyurdu.” Böylece o, suç işleyip, cezalandırılmış olanların hakaret edilerek farklı bir muameleye tâbi olmayı hak etmediklerine işaret etmişti.

Bütün bunlardan önce Allah Resûlü, insanların ceza ile yüz yüze gelmeden önce kendilerini sorgulamalarını, mahkemelerini kendi nefislerinde kurmalarını, ceza alacak duruma düşmemelerini istemişti. “İşlediğin kötülük seni üzer ve yaptığın iyilik seni sevindirirse, sen müminsin.” buyurarak insanların zihinlerinde oluşturdukları bu bilincin imanın gereği olduğunu belirtmişti. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd da “Mümin kimse günahlarını üzerine düşüverecek bir dağ gibi büyük görür. Günahkâr kişi de günahlarını, burnu üzerine konan ve kovalayınca kaçıverecek sinek gibi görür.” diyerek Müslüman’ın yaptığı hataları görüp, fark edip, önemsemesi gerektiğine işaret etmiştir.

Suç ve suçun cezası ile ilgili uygulamalarına baktığımızda Hz. Peygamber’in uygulanacak cezaları özellikle adaleti gerçekleştirmek üzere düzenlediği görülür. Cezanın hiçbir fark gözetmeksizin herkes için genel olması ve suçun cezasının önceden belirli olması, adaleti sağlamaya yönelik uygulamalardır. Peygamberimiz, bireyi aşıp toplumun genel yapısına zarar verecek suçların duyulmasını ve yayılmasını da istemez. O, ceza vermekten çok affetmeyi tercih eder. Bir Peygamber ve devlet başkanı da olsa, mağdur tarafın hissiyatını göz önüne alarak suçluyu affetme yetkisinin mağdurun yakınlarına verilmesi gerektiğini bildirir.

İşlenen suçlara karşı verilen cezalar, bir yandan suçların yaygınlaşmasına engel olarak toplumsal yapıyı ve kamu vicdanını rahatlatırken öbür yandan da suçluyu topluma kazandırmayı ve ıslah etmeyi hedeflemektedir. Bu şekilde toplumsal vicdan rahatlarken mağdurların da içindeki intikam ve düşmanlık hisleri dindirilmeye çalışılmaktadır. Bunun için kamu yararı, asayiş, toplum huzurunun temini ve haddi aşanların tedibi için cezalandırmanın kaçınılmaz olduğu söylenmelidir.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

GÜNÜN AYETİ:

‘Herkesin günahı yalnız kendinedir. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O size, ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (En’âm, 6/164.)

GÜNÜN HADİSİ:

“Ey insanlar! Sizin için Allah’ın belirlediği suçlardan sakınma zamanı geldi. Kim şu çirkin şeylerden birini işlerse açığa vurmasın. Allah’ın gizlemesiyle (onu açığa çıkarıp rezil etmemesiyle) gizlensin. Zira kimin suçu bizim tarafımızdan duyulursa, biz de Allah’ın Kitabı’nı kendisine tatbik ederiz.”

GÜNÜN DUASI:

“Allah’ım! Bütün işlerimdeki ölçüsüzlüğümü, cahilliğimi ve hatamı bağışla. Sen bunları benden daha iyi biliyorsun.”

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU: Kul hakkının önemi nedir ve ihlali durumunda nasıl ödenir?

CEVAP: İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu temel kavramlardan birisi hak kavramıdır. İslâm, bütün canlılara ait hakları ayrıntılı bir şekilde tespit ve tarif edip sınırlarını belirledikten sonra her bir hak sahibine hakkının verilmesini emretmiş; hak ihlali anlamına gelecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Bu hakların başında kul hakkı gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ insanoğlunu en güzel biçimde yaratmış ve mükerrem kılmıştır (el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4). Bundan dolayı İslâm’da ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, konumu ne olursa olsun insanların hakları dikkate alınmış ve gözetilmiştir. Resûlullah (s.a.s.) veda hutbesinde; “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır.” (Buharî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuş; kul haklarını ihlal eden kişinin ahirette hüsrana uğrayacağını haber vermiştir (bkz. Müslim, Birr, 59 [2581]). Dolayısıyla İslâm’da kul haklarına riâyet, İslâm’ı anlama ve özümseme göstergelerinden olup dünya ve ahiret saadetine ulaştıran temel vesilelerden birisidir.
Kul hakkı ihlali durumunda; haksızlığın gecikmeden giderilmesi, hak sahibi ile helalleşilmesi ve bu günahtan tövbe istiğfar edilmesi gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kim din kardeşinin şeref, onur ve haysiyetine veya malına yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak kendisine yüklenir” (bkz.Buhârî,Mezâlim,10[2449]).
Mallarla ilgili kul hakkı ihlali durumunda; mevcutsa söz konusu malın kendisi, yoksa bedeli hak sahibine verilmelidir. Hak sahibinin hayatta olmaması hâlinde ise mirasçılarına teslim edilmelidir. Malın sahibi bilinmiyor veya kendisine ulaşmak mümkün olmuyorsa söz konusu mal veya bedeli hak sahibi adına fakirlere ya da hayır kurumlarına verilmelidir. Ayrıca yapılan bu hatadan dolayı samimi bir şekilde tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir.
Hak ihlali; hakaret etme, küfür, yalan, gıybet, iftira, alay, istihza, rencide etme gibi insanın onur ve haysiyetine yönelikse bu durumda yapılması gereken, ortaya çıkan zarar ve mağduriyeti gidermek ve hak sahibiyle helalleşmektir. Buna imkân bulunmadığı durumlarda ise samimi bir tövbeden sonra hak sahibine hayır dua edilmeli, onun namına hayır hasenat yapılarak bu vebalden kurtulmaya çalışılmalıdır. Bu şekilde bir yol izlemenin manevî içerikli kul haklarına keffaret olabileceği bazı âlimler tarafından dile getirilmiştir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, 1/113).

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan: Fatih SARI İL VAİZİ

Bu yazı toplam 861 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR