ALİ ERDAL

ALİ ERDAL

‘PEYGAMBER OCAĞI BENDE TÜTER!’

‘PEYGAMBER OCAĞI BENDE TÜTER!’

Hz Mevlâna, ter ve mümasil ifrazat karşısında insanın takındığı tavra bakıp, nefsin tıynetini, bencillik ve kibrini faş eder: “Başkalarınınkilerden tiksinir, kendisininkilerden en ufak bir rahatsızlık duymaz; kendisini bu derecede mübalağa eder. O farklıdır ve başkalarından üstündür.” Üzerinde tiksinilecek şey olmayan varlık… Tanrı… Breh breh!.. Kendini yüce görmek uğruna, kendini kandırıyor.

Bu tavrın bir istisnası yok değil... Kerkük türküsü, bunu zarif bir şekilde ifade ediyor:

“Yaz günü temmuzda,

Sen terle, ben sileyim!”

Ne tiksinmesi; hoşlanarak, memnuniyetle, hattâ bu imkânı bulduğu için sevinçle silinecek, sevgilinin terleri... Şefkat ve merhametle, sevgiyle, itinayla… Bir sefer değil, hep… Kıyamam senin terlemene…

Bir başka türküdeki ifade bunun da fevkinde:

“Sen doldur ben içeyim

Gerdanından akan teri” (Soma, Erciş, Adana türküsü olduğu söyleniyor)

Annelerin çocuklarının ellerini ayaklarını okşayıp, “yerim seni” dedikleri gibi mecaz… Canan, o derece sevimli… Tiksinmek değil, ikrah bile akla gelmez… Candan aziz… Cihandan üstün… O yoksa can da, mal da, cihan da gerekmez…

“Ya Rab bana cism ü can gerekmez,

Cânân yok ise cihân gerekmez.” (Fuzûlî)

Hattâ sevgiliye sunduğu için, canını almaya gelen Azrail’e, ‘verecek bir şey yok’ diyecektir:

“Azrail'e can vermezem, canan aldı canımı” (Erzincan türküsü)

Bütün bunlar güzel ama yine de hepsinde merkez; insanın kendisi... Nefsi… Merkezde “ben”... Sevgili de “ben” için… Nefs, öyle değerli ki; fedakârlığa ölçü... Sevgi ölçütü... Sevgilinin değeri, onun sayesinde anlaşılıyor. Bugünün yaygın ifadesiyle “referansı”… “Ben”, sevginin de, sevgilinin de “referansı”... Sevgiliyi, tiksinilecek hallerinde bile sevimli gören, yani bu derecede değerini bilen “ben”… Amiyane tâbirle, ‘bu kıyağımı unutma’... Cananı, cihanın üstünde gören, görme lütfunda bulunan; “ben”… Ne kadar yüce olursa olsun, bağlılık ve fedakârlık takdire şayan olsa da hareket noktası madde…

Marifet, hiçbir şart ileri sürmeden sevmek... İddiasız… Karşılıksız… Kendini ölçü, emsal, yüceltici, mihenk taşı, merkez görmeden… Değer verme lütfunda bulunduğunu değil iddia, ima bile etmeden… Hiçbir şeye bulaşmamış sevgi… Artması lütfa, azalması kahra bağlı olmayan… Ticaret değil…

“Hoştur bana senden gelen;

Ya hil’at ü yahut kefen…

Ya taze gül yahut diken;

Kahrın da hoş lütfun da hoş” (İbrahim Tennurî)

Engin ve derin sevgi… Yunus'un dediği gibi: “Nârın da hoş, nurun da hoş”… Adı aşk…

“Cihanı hiçe satmakdur, adı aşk…

Döküp varlığı gitmekdür, adı aşk!

Elinde(ki) şükkeri (şeker) ayruğa sunup,

Ağuyı kendü yutmakdur adı aşk!

Belâ yağmur gibi gökten yağarsa,

Başını ana dutmakdur, adı aşk!

Bu âlem sanki oddan (ateş) bir denizdür,

Ana kendüyi atmakdur adı aşk!

Var Eşrefoğlu Rûmî bil hakikat,

Vücudu fani itmekdür adı aşk”

Mâşuku da, Yunus’un ifade ettiği gibi Allah:

“Sufilere sohbet gerek,

Âhilere ahret gerek,

Mecnunlara Leylâ gerek;

Bana, seni gerek seni!”

Bir ödül, ücret, karşılık beklemeden…

“Cennet cennet dedikleri,

Birkaç köşkle birkaç huri;

İsteyene ver anları,

Bana, seni gerek seni” (Yunus)

Aşk erleri!.. “O erler ki”!.. Mükâfaata konmak veya cezadan korunmak için değildir aşkları… Sadece Allah’ın rızası…

“Ne cennet tasası ve ne cehennem;

Sadece Allah'ın rızasındalar.” (Necip Fazıl)

Merkezde Allah’ın rızasını kazanma ümidi, arzusu… Kâinatın Efendisi, Efendimiz (sav) buyuruyorlar: “Allah’ım beni, sevginle rızıklandır”. Tabiî ki Peygamber(ler) de bu aşk halesi içinde... Haliyle Allah’tan peygamberleri vasıtasıyla insanlığa tebliğ edilenler de... O iman manzumesi ki; sevilecekleri ve sevilmeyecekleri, emirleri ve yasakları, doğruları ve yanlışları, güzellikleri ve çirkinlikleri, hoşlanılacakları ve kerih görülecekleri bir bir derecesine göre sıralar, sıralatır. O, zoraki kabul edilecek ve mecburen yerine getirilecek bir tarife, bir liste değil; aşkla bağlanılacak ve seve seve emirlerine baş kesilecek “kılavuz”dur…

“Deli oldum, adım Yunus

Aşk oldu bana kılavuz.”

Zaten türkülere, manilere, şarkılara, şiirlere, masallara, destanlara konu olan sevgi; o yüceliğe basamak… ‘Leylâ, Mevlâ’yı bulmak için’… Aşk merdivenin birinci basamağı... Bilerek veya bilmeyerek, gönülleri asıl merciine yüceltme eğitimi…

“Mecnûn’a sordular, Leylâ nic’oldu?

Leylâ gitti adı dillerde kaldı…

Benim gönlüm şimdi bir Leylâ buldu!

Yürü Leylâ ki ben Mevlâ’yı buldum;

Leylâ Leylâ derken Mevlâ’yı buldum!”(Yunus)

Değerleri, basamak olabilme kabiliyetleri kadar... Bunun için Peygamberi (sav) sevmek; kendisinin de emir buyurduğu gibi, canımızdan, cananımızdan, kısaca her şeyden önce ve her şeyden üstün... Hiçbir sevgi; O'na ölçü, denk, misal, perde, engel, emsal olamaz, olmamalı. Tabiî ki onun üstünde sadece, O'nun ve bütün peygamberlerin haberini verdiği Allah!.. Şirk koşulamaz… Ve haliyle o muhteşem emirler ve yasaklar manzumesi... İlk insan (ve Peygamber)den beri… Son insana kadar… Adı İslâm!..

“Bir nizam ki eskimez, yıpranmaz, sendelemez,

Mekân onu aşamaz, zaman onu delemez.”

“Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;

Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm...” (Necip Fazıl)

İnsanlığın Ufku (sav)… Rehberimiz, Efendimiz, Peygamberimiz!.. Buyuruyorlar: “Davut (as)’ın dualarından birisi şöyle idi: Allah’ım, senden senin sevgini ve seni sevmeye ve senin sevgine beni ulaştıracak amelleri dilerim. Allah’ım, senin sevgini bana nefsimden, çoluk çocuğumdan ve soğuk sudan daha sevimli kıl.”

İşte vatan, bu aşkın yaşandığı yer… Mayalandığı!.. Nüvelendiği… Kültür ve medeniyet inşa edildiği, müesseseleştiği, an’aneleştiği ve mektepleştiği yer… Yaşanmıyorsa bile, yaşanma ihtimali bulunan ülke… Amellerin, Allah ve Resulü aşkıyla işlendiği, işlenebildiği, işlenebileceği yer… Şimdi arızalar varsa da, mazide yaşanan… Yarına ümitle bakma imkânı vadeden… İşte o zaman yaratıldığımız madde... Yaratılışımıza uygun hayatın üzerine işleneceği madde... Azerî kardeşlerimizin ifadesiyle, o mânâları üzerinde taşıyan “torpah”!.. Ölçü; karnımızı doyuracak tarlamızın, rahatımızı sağlayacak evimizin, istediğimizi alabileceğimiz marketimizin, gezdirecek arabamızın, çığlıklar atacağımız spor sahamızın vesairenin olduğu mekânlar değil…

Hayber cengi başında Peygamber Efendimiz (sav), birini gösteriyor, “Şu adam Cehennemliktir”. Oysa o kişi bütün gücüyle savaşıyor ve yaralanıyor. Sahabîlerden bazıları, ‘böylesi nasıl cehennemlik olur’ diye düşünürken o, yaralarının acısına dayanamıyor ve tirkeşinden aldığı bir okla canına kıyıyor. Hikmetin Kaynağı’ndan (sav) öğreniyoruz ki, onun gayreti, mallarını korumak içinmiş.

Vatan, o yüce mânânın yaşandığı, yaşanma ümidinin var olduğu coğrafya… Değeri de bundan… Üzerinde yarı aç, yarı tok yaşasak da, sıkıntılar, çileler çeksek de… O takdirde ırmakları “Allah Allah!” diye akar, rüzgârları “Hu!” çeker… Dağları kahramanlara yatak, hainlere iğneli fıçı… Bu sebeple korunması gereken yer; o yer… Var olması için gayret gösterilecek yer… Ezanın susmaması, bayrağın inmemesi için her fedakârlığa değecek yurt… Bunun için, değil mallarımızdan; canlarımızdan, sevdiklerimizden aziz… Vatan!.. Haliyle bu “vatanı sevmek imandandır”!.. Vatan… Şehitlerin, gazilerin, velilerin otağı… O mânâların yaşandığı, tütsülerinin, çiçeklerinin mest ettiği yurt… Yaşanması için çile çekilecek, fedakârlık yapılacak mekân… Anadan, atadan, sevgiliden önde… Her fedakârlığa değer… Sadece askeri için değil, her ferdi için… “Vatan sağ olsun!”, kof bir slogan değil, o mânânın duası, verilen sözü, fedakârlık ifadesi ve taahhüdü… Dikkat ediyor musunuz, canlı bir varlıktan bahseder gibi “sağ olsun” deniyor. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” de öyle… Tabiî ki, böyle bir coğrafya söz konusu olunca, “her şey teferruattır!”...

Hayber cengi başlangıcında, bir sahabî kılıcını denerken, kendisine değmesini önleyemiyor ve kendi silâhıyle şehid oluyor. Onun amellerinin heba olduğunu söyleyenlere Allah'ın Resulü iki parmağını bitiştirip buyuruyorlar: “Âmir'e iki sevap hâsıl oldu… Hem çile ve ıstırap, hem de cihad sevabı...”. Buyurdukları gibi, “Ameller niyetlere göre”…

Çanakkale savaşında Mehmetçik, “Çanakkale vatandır!” diyordu. “Vatan, Çanakkale’dir!..” O dem, İslâm dünyasının atomu… Zamanın ruhu… Mehmetçik biliyordu ki, Çanakkale’den geçilirse, İstanbul işgal edilir… İstanbul elden çıkarsa devlet yıkılır, vatan parçalanır, millet dağılır… Akıbetinde, Mekke ve Medine dâhil, İslâm dünyası, Batı’nın lokma lokma sömürgesi olur… İslâm yaşanmaz olur… Gelecek için hiçbir ümit kalmaz… “Çanakkale geçilmez”! Çanakkale geçilmemeli! Canımız pahasına, canlar pahasına!.. Çanakkale'den geçilmez... Eline ilk defa silâh almış çocuklar, o kınalı kuzular pahasına! “Vatan sevgisi imandandır”!.. Başbuğlar Başbuğu’na salât ve selâm!.. Çanakkale’yi geçilmez yapan; Çanakkale destanını yazan; bu, ‘canını ver vatanını verme’ emridir…

−“Vatan sevgisi imandandır”!..

−“Emredersiniz komutanım”!..

Ve Mehmetçik, Çanakkale destanını yazdı: Bu müdafaa harbi, meydan savaşlarından parlak bir zaferdir! Bunun sonucu; müjdeli şehir kurtuldu… Vatan, millet, bayrak, devlet kurtuldu… İslâm dünyası kurtuldu…

*

Söz bu noktaya gelince, bir soru hep kafamı kurcalar(dı)…

Şu zamanda, bir Çanakkale savaşı şartları ortaya çıksa, yine var olma, yok olma durumu ile karşılaşılsa, yine destan yazacak kahramanlar ortaya çıkar mı?

Bu cemiyetten mi?.. “Gooo!” diye yırtınmayı aşan bir temennisi olmayan… Takımının maçına gitmek için eviyle ocağıyla ters düşmeyi göze almaktan üstün kararlılık tanımayan… Avrupa malı kullanmak ve daha çok kazanmaktan başka hamle bilmeyen… Kısa yoldan zengin olmayı ve kurnazlığı üstün zekâ sanan… Yaz-boz tahtası eğitimi, bırakın doğrunun, yanlışın bile müesseseleşmesine izin vermeyen… Çanakkale destanının bile yakın zamanlarda farkına varan… Bu cemiyetten mi? Hakiki kahramanların sahte, sahtelerin hakiki diye yutturulabildiği… Giyim kuşam, yiyecek içecek ve günlük yaşayıştan imanına kadar her şeyi alabora edilen, tersyüz edilen… Hissizleştirilen, idealsizleştirilen… Metot, sistem, araştırma, plân, proje Hak getire… İki kaşık yağmur yağdı mı, şehirleri felç olan... Ölmüşüm, ağlayanım yok misali bürokrasi ve silâhlı kuvvetleri başta, resmî ve sivil müesseselerinin kılcal damarlarına kadar düşman sızmış da yarım yüzyıl kimse farkına varmamış; fark edenler de etkisizleştirilmiş… Efendilerine güvenip darbe yapmaya kalkmasalar, fark edilmeyecekler. Cinayet, uyuşturucu, hırsızlık ve ahlâksızlık haberlerini kahrolarak duyduğumuz… Keza vurdumduymazlık, neme lâzımcılık, işine dikkatsizlik… Bu cemiyetin içinden mi, fedakârlar çıkacak? Güldürmeyin insanı Allah aşkına!.. Acı acı…

15 Temmuz’a kadar, böyle düşünüyordum.

15 Temmuz gecesi, ne olmuştu da birden bire vatan, millet, bayrak, din düşmanlarının karşısına; beklenmedik şekilde, (demokrasi değil) vatan, millet, bayrak, din kahramanları dikilivermişti?

İhanet çetesinin sözüm ona imamları ve piyonları; tepelerindeki sapık itikatlıdan aldıkları telkinle ve emirle ‘halk, silâh seslerini duydu mu, evlerine kaçar, meydan bize kalır, beklediğimiz an geldi’ deyip milletine, devletine silâh çektiler. Düşmana vatanımızı işgal imkânı kazandırmak için, devletin ve milletin imkânları ile devletin ve milletin üzerine çullandılar. Ama halk, oyunu bozdu. Sinsi plânlar altüst oldu,  dünya çapındaki usta kurmayların taktikleri çaresiz kaldı. Kahramanlar; ellerinden bayraklarından başka imkânı olmayan kahramanlar!.. Tankların karşısına dikildiler ve tanklara feleğini şaşırttılar. “Bir darbe olursa, tankın karşısına ilk önce ben çıkarım” diyen yalancı pehlivana, yiğitliğin ne olduğunu gösterdiler ve tankların namlusunu büküp (Pansilvanya)ya çevirdiler. “Türk Milleti, yeni bir destan yazdı!.. Yurt dışındaki hainlerin emriyle, devlet ve millet imkânlarını kullanarak devleti ele geçirmeye kalkışan âsileri püskürttü ve hainleri derdest edip adalete teslim etti.” (Kardelen, 80; Temmuz / Eylül 2016). Ezanlar ve salâlarla vatanseverler, deniz oldu, hainleri boğdu.

Destan yazılan o uzun gecenin sabahından itibaren, hiçbir şey olmamış gibi gazilerin işlerine gittiklerini, yaralıların hastahanelerde tedavi edildiklerini görmeseydik… Şehitler ebedî âleme uğurlanırken ana babalarını, sevgililerini, yakınlarını, arkadaşlarını, konu komşularını, devlet erkânını o muazzam kalabalıklar arasında görmeseydik… Meselâ bir maç bileti kuyruğunda veya ramazan pidesi alırken, vergi borcunu öderken karşılaştıklarımızı hatırlamasaydık… Bir namaz çıkışı Allah kabul etsin diye birbirimize dua etmiş, bayramlaşmış olmasaydık… Yani aramızda senin benim gibi yaşadıklarını ve yaşayacaklarını bilmeseydik… Annelerini, babalarını, soylarını soplarını, ailesini, çocuklarını tanımasaydık… Tankların önüne dağ gibi dikilenlerin ve geçit vermez sıradağlar gibi yatanların… Hiç araba kullanmadığı halde, yanına komşusu bir hanımı alıp, kocasının kamyonu ile cenk meydanına gidenlerin… Vurulup düşerken bile bayrağı dik tutanların… Vatan elden gitmesin diye, odunu ocağını, evini barkını, çoluğunu çocuğunu “Allah’a emanet edip”, vakit varsa abdestini alıp elinde sadece bayrakla hainlerin karşısına dikilenlerin… Sanki kırk yıllık kurmay gibi köprüler ve hava limanları başta stratejik mevkileri, önemli yerleri tutanların ve korunması gerekenlere kendilerini siper edenlerin… Kendisine kurşun sıkmaya davranan askere, “Oğlum, beni öldüreceksin de eline ne geçecek? Biz aynıyız… Ben öldüğüme yanmam, sevinirim, zira şehit olurum! Sen kaatil olacaksın ona yanarım. Ölürsen mundar (murdar), öldürürsen katil olacaksın” diyerek oyuna gelmiş gafili iknaya çalışanların… Uzaydan gelmiş “Süpermenler” olduğunu veya meleklerden bir ordunun, insan kılığında, bizi korumak için gönderildiğini sanabilirdik…

Ne olmuştu; olmuştu… Türk milleti bir destan daha yazmıştı… Meydanlara çıkanları ve çıkamayanları ile… Yine bir müdafaa, meydan muharebelerinden üstün zafer olmuştu… Ve bütün dünya parmak ısırmıştı… O uzun gecede, emsali görülmemiş şanlı bir destan… Ezanlar, salâlar; FETÖ’ye bulaşmamış asker, polis ve halk bir tarafa… Megolomanın hipnotize ettikleri bir tarafa…

Doğru teşhis ve tespitlerde bulunmak için iki zaferimize birlikte bakalım…

Çanakkale’de, “yedi düvelle” savaştık. Düşmana nazaran devede kulak hükmünde olsa da düzenli bir ordumuz vardı ve devlet başkanına kadar komuta kademesi mevcuttu. Aralarında çocuk yaşta olanlar varsa da, savaşanlar askerdiler ve iyi kötü teçhizatlıydılar. Anası atası, devleti, memleketi, kısaca herkes, “Vatan sevgisi imandandır” inancındaydı. Sevgililerin, anaların babaların, evlâtların, halkın duaları onlarlaydı... Anaları, “Peygamber Ocağı”na, kına yakıp göndermişti, kurbanlık koçyiğitleri... Karşımızda dost kisvesinde hain değil, apaçık düşman vardı. 15 Temmuz’da ise ne ordusu ve komuta kademesi; en küçük birlik söz konusu değildi… Korunması gereken ise bizzat, bizi himaye edecek devlet ve güvendiğimiz “Peygamber Ocağı”nın ta kendisi idi. 15 Temmuz Destanı; gönüllü, silâhsız, desteksiz, savaş konusunda bilgisiz, haberleşmesi ferdî imkânlara bağlı sivil ve aldanmamış polis ve askerlerle yazıldı. Hangi meydanda hangi olay, nerede, ne zaman, nasıl başlayacak meçhul. Ne zaman biteceği, ne olacağı, ne yana akacağı belirsiz… Dost kim, düşman kim belli değil… Her an başımıza ateş düşebilir, tank bizi ezebilirdi. Kendinden başka kimseden emin olamazsın… Tasarlamaya, plân ve programa zaman ve imkân yok… “Ben yoksam, kimse yoktur" düsturunda kelle koltukta serdengeçtiler…  Bir kişiye bile meramlarını en alt perdeden ifade edebilmeleri mümkün değil… Ellerinde sadece bayrak; kütüphaneler dolusu nutka bedel bayrak! Bir saniye sonrası meçhul… Buna karşılık, hainler; bizim devletimizin imkânlarıyla donanmış, emir komutası var, haberleşme başta her imkâna sahip… Önceden lüks mekânlarda, güçlü gizli servislerle toplantılar… Ağababalarından taktikler, paralar, vaatler; kurmaylarından plânlar… Milletin meclisini bombalayabiliyorlar, devletin uçaklarını kullanabiliyorlar, devletin televizyonunu kullanmaya teşebbüs edebiliyorlar, devlet adamlarına suikasta teşebbüs edebiliyorlardı. Örgütlü… Organize… Dünya kabadayılarının güvenceleriyle gururlu ve kibirliler. Can vermeye değecek değeri olan kahramanlar; asker kisvesine bürünmüş mankurtlara ve gözü dönmüş piyonlara karşı… 15 Temmuz’da, neye niçin karşı çıktığını bilen fedailer; rütbelileri hain, neferleri gafil ve masum asker elbiseli sürülerin bütün imkânlarını yerle bir etti. “Vatan sevgisi imandandır” emri; içimizdeki kahramanlık cevherini, menfi şartlara rağmen, harekete geçirmişti.

Çanakkale savaşından sonra küfür, üzerimize askerle gelinmeyeceğini anladı ve içimize bizden görünen megaloman(lar) vasıtasıyla ajanlarını sızdırttı. Hedef, bizzat devlet ve “Peygamber Ocağı” idi… Türk milleti, “Allah zeval vermesin” diye dua ettiği devletinin ve Peygamber Ocağı’nın tehlikede olduğunu, idare mekanizmasının yarım yüzyıllık gafletine karşılık, gizli antenleriyle hep hissetti… Hissettirildi… Allah basiret verdi, her fert, ‘ben varsam, devlete zeval olmaz!’ ve ‘ben varsam Mehmetçik bende yaşar, hainde değil; Peygamber Ocağı bende tüter, kisvede değil’ şuuruyla, indifa etti, şahlandı. 15 Temmuz destanını işte Türk ruh kökünde yaşayan, her ferdi tabiî Mehmetçik olan, “Vatan sevgisi imandandır” emrinden doğan Peygamber Ocağı; o iman manzumesi hayata hâkim olsun diye yazdı…

Demek ki, “Her Türk asker doğar!”, fantezi bir slogan değil; bu ruhun doğurduğu bir aşk, bir dua, bir teminat imiş!..

Bu yazı toplam 2072 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
ALİ ERDAL Arşivi
SON YAZILAR