AİLE KÖŞESİ

AİLE KÖŞESİ

HASETTEN İSAR'A: BİZ NEREDEYİZ?

HASETTEN İSAR'A: BİZ NEREDEYİZ?

HASETTEN İSAR'A: BİZ NEREDEYİZ?

Allah Teâlâ, insanoğlunu yeryüzünün halifesi kılıp meleklerine Âdem’e secde etmelerini emrettiğinde şeytan, kendini insandan üstün görerek Yüce Rabbin secde emrine itaatsizlik etmiş ve rahmet-i ilahiden kovulmuştu. Haset, İblis’in mahvına sebebiyet veren bir ateşti ve gün gelecek o ateş, Âdemoğullarını da yakıp kavuracak, kardeşi kardeşe kırdıracak boyutlara ulaşacaktı. Zira insanoğlunun mayasında da kolay kolay doymayan, kanaatten uzak bir nefis, hırs ve kıskançlık vardı. İnsanoğlunun imtihanı bu kötü duyguları yenerek kardeşliği ve isarı hayatın merkezine koymaktı. Cennetin anahtarı olarak gösterilen erdemlerden biri, Allah’ın (c.c.) verdiği bir nimetten dolayı hiç kimseye haset etmemekti. Yüce Rabbimiz, mal mülk, makam mevki, evladüiyal gibi nimetlerini dilediği kuluna bahşeder. Müslüman bilinci yokluk kadar varlığın da ağır bir imtihan olduğunun idrakindedir. Dolayısıyla kardeşinin sahip olduğu nimetlere haset etmek yerine, o nimetlerin de bir imtihan vesilesi olduğunu düşünerek yaklaşır. Haset ise Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ifadesiyle iyi ve güzel olan ne varsa yakıp kül eden bir ateştir (Ebû Dâvud, Edeb, 44). En güzel örnek olan Allah Resulü (s.a.s.), Müslümanların birbirine kin beslememesini, birbirlerine haset ederek sırt çevirmemesini ister, “Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!” buyurur (Buhârî, Edeb, 62).

Dünya; olayların, zamanların, insanların dönüp durduğu kocaman bir yuvarlak. Şimdi gece yarın gündüz, yarın gece şimdi gündüz. Her hâlin anlatmaya çalıştığı ve ötesini göstermek istediği bir pürmelal var. Pir Sultan Abdal, "Bu bir demdir, gelir geçer." diyerek anlatır nefesini aldığımız her anın faniliğini. Oysa biz, emaneti bizim sanarak hırsın sarmaşığına dolaşır, göremeyiz çiçeklerini ömrümüzün. Elimizdekilere karşı âmâyızdır ama en ince ayrıntısına kadar biliriz bizim olmayanı. İşte böyle böyle başlar bir gönlün sonbaharı. Haset kalbimize yerleştiğinde şükür dilimizden sıyrılır. Kibrin meyvesidir o aslında. Dev aynamızda o kadar yüceltiriz ki kendimizi, onda olana ben daha çok layığım, bende yoksa onda da olmasın diyerek yiyip bitiririz kendimizi. Sırf bu yüzden İmam Gazali, meşhur eseri İḥyâu ʿUlûmi’d-din’de, kişinin kendisini merkeze almadan insanlara rahmet nazarıyla bakarak hasetten kurtulabileceğini söyler. Rahman’a sığınmak, kendine merhamet etmenin de başlangıcıdır. Kendine merhamet eden, kalbinin bu duygudan kıvrandığını hisseder ve kurtuluş reçetesi arar. Acının ilk adımı olan gözlerine, yaratılmışlara Allah’ın (c.c.) Rahman isminin tecellisi olarak bakmasını öğretir. O zaman rızkın da imtihanın da şükrün de keremin de asıl gayesi ortaya çıkar. Hasedin ne getirip ne götürdüğüne bir bakmak istediğimizde nurlu sayfalarında Kur’an’ın, Hz. Yusuf’un (a.s.) derin mi derin, suyu serin mi serin kuyusu karşılar bizi. Bir rüyadan sadır olan hakikat, kardeşleri kıskandırmış, içlerindeki azgınlaşan haset onları hata yapmaya düçar kılmıştı. Nasıl bir acımasızlık sarmıştı ki baştan ayağa hepsini, kanlı gömleğin çok sevdikleri babaları Hz. Yakub’u (a.s.) ne kadar acıtacağını bile düşünmediler. Hasedin ipi boyunlarına dolanmıştı bir kere. Çekiştirdikçe çekiştiriyordu nefislerini.

Hz. Yusuf’un (a.s.) başına gelenler gibi, pek çok kıskançlık ve haset öyküsüne ya kendimiz konu oluruz ya da çevremizde şahit oluruz. Kuyular yoktur belki, terk edildiğimiz hayatlar vardır. Gömleğimiz kanlı değildir; üzerimize bulaşan iftiralar, yalanlar vardır. İçten yaşanan bu büyük kırgınlığı dil dönmez anlatmaya, çığlığımızı duyan da pek azdır zaten ya da çığlığımız hiç duyulmaz. Ruhun derin yaralarını görmeye her göz muktedir olmaz, biliriz. Hele de o zamanlar, Rabbimizdir en dost olan, her şeyi en iyi bilen ve hâl-i pürmelalimizi anlayan. Kuyuların sessizliğini ve karanlığını durduran. Ona açarız derdimizi, konuşmaya bile gerek olmadan. Duyduğunu hissederiz bizi tepeden tırnağa ve sabra sığınırız. Ferahlık pek yakındır, inanırız. Kur’an sayfaları çevirir, Hz. Yusuf’tan (a.s.) ibret alırız. Görürüz ki, İblis’ten Hz. Âdem’ e (a.s.), Habil ve Kabil’den bu yana en büyük ve en eski düşmanlardan biriymiş haset. Haset, ağır bir ruh, gönül hastalığı ve insanı yiyip bitiren derin bir dert. Hem kendisine hem de karşıdakine akla gelmeyecek zararlar verebiliyor. Nefsin diğer hastalıkları gibi onun da nasıl tedavi edilebileceği kaynaklarda belirtilmiş. İşin temelinde, “Kendini tanıyan Rabbini tanır. Kendiyle barışık olmayan, başkalarıyla savaşır." düsturunun olduğunu söylersek yanlış olmaz herhâlde. Kendi elimizdeki nimetlerin şükrünü eda etmeye çalışsak, Allah’ın (c.c.) izzet ve keremini kullarının üzerinde temaşa etmenin güzelliğine doysak. Böyle bir gözümüz, geniş bir gönlümüz olmasını ne çok isteriz. Kimi zatlar bazen istemek, dilemek konusunda Allah’tan utanırlarmış, "Her şeyimiz var, Ey Allah’ım biz daha ne isteyelim, şükür ve teşekkürden başka diyecek sözümüz yoktur." derlermiş. Hayatın nimetlerinin, ömrün bereketinin, imtihanın güzelliklerinin farkında olan ne kadar harika bir yürek ki bu, kapital dünyanın çeperlerine takılmıyor. İsteklerini ihtiyaç sanıp kendini hırpalamıyor. Aldanmıyor gösteri toplumunun çekiciliklerine. Ne kadar huzurlu,sekinet dolu bir ömür.

Bugün postmodern-tüketici toplumun bir getirisi olarak başta reklamlar ve sosyal medya olmak üzere her şey gözümüze hitap ediyor, gerçekler süslenip püslenerek çoğu zaman olmadığı şekilde bizlere servis ediliyor. Araştırmacı Jackson Lears, reklamların, en önemli rolünü mutlu bir hayatın nasıl olması gerektiğine yönelik bir perspektif kazandırması olarak yorumluyor. Çünkü reklamlar dünyada var olmanın bir şeklinin propagandasını yapmakta ve bu durumu meşrulaştırmaktalar. Yani bizler, görünür olmayı sahip olduklarımızın sergilenmesi olarak algılıyoruz. Bu var olma şekli hazcı bir var olma tabii ki. Bu da reklamlar aracılığıyla bizlere dayatılıyor, bilinçaltımıza işleniyor ve farkında olmadan hayatlarımızı bu amaca adıyoruz. Hakeza sosyal medyada da insanlar mutlu oldukları anları, öyle olmasalar bile göstermek istedikleri şekilde yayınlayarak insanların beğenisine sunabiliyor. Bu da insanlardaki haset, gıpta, kıskançlık duygularını körükleyebiliyor. İhsan Fazlıoğlu, Kendini Bilmek adlı kitabında bu durumu Alaaddin ve Sihirli Lambası örneği ile izah ediyor. Ona göre bu masalın işaret ettiği bir hakikat var: İnsanın istekleri sonsuzdur. Bu nedenle insan isteklerini tatmin etmek için devamlı bir sihirli lamba arar. Lambayı arayan bulur ancak her lambadan cin çıkmaz. Fakat sömürgeci kapitalizm kişiye sihirli lambadan her an cin çıkacakmış hissi uyandırır. İşte bu amaçla albenisi yüksek reklamlar ve paylaşımlar da insanlarda umutsuzluk kaygı, yetersizlik, aşağılık kompleksi ve tabii haset gibi duyguları körükler.

Haset gerek bireysel gerek toplumsal hayat için ağır bir ruhi hastalık. Kurtuluş reçetesi olarak birçok İslam ahlakçısı önerilerde bulunmuş. Hatta bütün ahlakçılar ilgili ayet ve hadislere dayanarak, ayrıca psikolojik ve sosyal zararlarını göz önüne alarak hasedi haram saymışlar. Gazali İhya’da, hasedin sebeplerini şöyle sıralıyor: Düşmanlık ve kin gütme, üstünlük duygusu, kibir, böbürlenme, ulaşılmak istenen şeylerden mahrum kalma korkusu, makam ve mevki tutkusu, nefsin kötülük ve çirkinliği. Kaynaklarda haset hastalığının ilim ve amelle tedavi edilebileceği belirtilmekte; ilim sayesinde kişinin bu duygunun mahiyeti, sebepleri ve zararları hakkında bilgi edinmesinin, amelle de haset duygusuna yol açan sebeplerin aksi istikametindeki davranışlara kendini zorlayıp kıskançlık eğilimlerini ortadan kaldırmasının mümkün olduğu ifade edilmektedir. Tasavvufta hayat, bir yolculuk olarak ifade edilir ve bu yolculukta insanın, geçmişin çatışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliğini keşfetmesi beklenir. Gerçek benlik; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış bir benliktir. İnsan, varoluşun bu daha anlamlı ve yüksek seviyesinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür. İyilikte meleklerle yarışır. Beşer, Hz. İnsan olur. Hem kişisel hem de toplumsal hayattaki hasetten kurtulmanın yollarından biri de isardır. İsar, çalışarak kazanılan malın şahsi ve nefsî tüketimden kaçarak ihtiyaç içindeki kardeşini kendine tercih etmektir. Eldeki nimetlerin kardeşinin göz koyacağı şekilde teşhir edilmemesi hatta sadaka hakkı gereğince de onunla paylaşılması demektir. Zira insan verdikçe, paylaştıkça hırsından ödün verir. Göz hakkının tatmin edilmesi, alan kimsenin de hasedini törpüler.                                          Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Gülhanım IŞIK- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

TİCARETTE DE “EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL!”

Uzun mesafeleri katedip gelmiş, üstü başı toz toprak içinde kalmış, saçı başı dağılmış bir adam ellerini semaya açmış ve “Ya Rabbi! Ya Rabbi!” diye yalvarıp yakarmaktadır. Ancak kulluğun sadece namaz ve niyazla olamayacağını; hatta namaz ve niyazın bile makbul olması için helalinden kazanıp helalinden tüketmenin ne kadar mühim olduğunu Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu adam hakkında söylediği şu sözlerden anlamak mümkündür: “Onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdı. Haram ile beslenirdi. Peki, böyle birisinin duası nasıl kabul edilsin?” (Müslim, Zekât, 65.) Bu sözler, dinin toplumsal yönünün olduğunu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Zira din, belli konularla sınırlı olmadığı gibi kulluk da sadece namaz ve oruçtan ibaret değildir. Din, hayatın bütün yönleriyle ilgili olup ilahi murakebeden bağımsız hiçbir alanı içinde barındırmamaktadır. Kulluk ise atılan her bir adımın hesabını verebilecek bilinçle yaşamaktır. Dolayısıyla kimileri hırsızlık, gasp, kumar gibi yollara tevessül ederken helal kazancın derdinde olmak da kulluk vazifesinin bir gereğidir. Bu noktada ticaret, kişinin dinî yaşantısına ve kulluğunun kalitesine ayna tuttuğu için hassas bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ticaret, Yüce Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de “Ey insanlar, mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin.” (Nisa, 4/29.) dedikten sonra helal kazanç için sunduğu ilahi bir reçetedir. Ticaret, emeksiz köşeyi dönmenin hesabını yapanların ve daha çok servet edinme adına her şeyi mübah sayanların aksine emek ve alın teriyle yoğrulmuş kıymetli bir meşgaledir. Ticaret, kimi zaman Hz. Davud (a.s.) gibi demire şekil vermek kimi zaman Hz. İdris (a.s.) gibi bir kumaş parçasını kıyafete dönüştürmek kimi zaman da Peygamber Efendimiz (s.a.s.) gibi mal alıp satmak suretiyle rızkın arandığı nebevi bir uğraştır. Bu yönlerinin yanı sıra ticaret, ahirette peygamberler, şehitler ve sıddıklarla yani özü sözü bir, dosdoğru müminlerle beraber olmaya da vesile olacak bir helal kazanç vasıtasıdır. Ne var ki böylesine büyük bir mükâfat ticaret yapan herkese değil sadece “sadûk” ve “emîn” olan tüccarlara nasip olacaktır.

Peki, bir tüccarın “sadûk” ve “emîn” olabilmesi için ticaretinde gözetmesi gereken ilkeler nelerdir?

1. Müslüman bir tüccarın en temel özelliği; inandığı gibi dosdoğru yaşamasıdır. “Müslümanım elhamdülillah.” diyen bir tüccar; dürüst ve güvenilirdir, kimseyi aldatmaz ve dünyevi menfaatler uğruna doğruluktan taviz vermez. Allah’ın her an kendisini gördüğü ve ahirette O’na hesap vereceği bilinciyle yaşar. “Kusurlu bir malı, ayıbını söylemeden satmak Müslümana helal olmaz.” (Müslim, İman, 43.) nebevi mesajını kulağına küpe edinir ve daha çok kazanma maksadıyla ayıplı bir malı satmak gibi bir davranışın bile helal ticaretine haram karıştırmak olacağını, bunun da uhrevi cezayı gerektireceğini çok iyi bilir.

2. Müslüman bir tüccar, eşyaya teslim olmayan bir ahlaka sahiptir ve daha çok kazanma hırsından uzaktır. Onun nezdinde ticaret, kendisinin ve ailesinin rızkını helalinden temin edebileceği bir meşgale olmasının yanı sıra Allah’ın rızasını da kazanma vesilesidir.

3. Her daim mümin tüccarın terazisinin bir kefesinde iman, diğer kefesinde ise vicdan bulunur. Ticaretinde bu iki unsuru göz ardı eden bir tüccar hem üreticiden malı satın alırken hem de tüketiciye malı satarken çift taraflı bir mağduriyete sebep olabilecektir. Zira üretici ürettiğinin karşılığını alamamış, tüketici ise aynı malı çok daha pahalıya satın almış olacaktır. İslam’da her ne kadar serbest ekonomi modeli olduğu için ticarette kâr haddi konulmamış olsa da bir ürünü maliyetinin çok üzerinde fiyatlara satarak elde edilecek aşırı kâr(!), ahiret sermayesinin tükenmesine neden olabilecektir. Dolayısıyla akıllı bir tüccarın hüsranla/iflasla sonuçlanacak böylesi bir ticaretle işi olmamalıdır.

4. Müslüman bir tüccarın ülkesinin ve yurttaşlarının menfaatlerine zarar verici herhangi bir tasarrufta bulunması düşünülemez. Bundan dolayıdır ki dinimizde fiyatların aşırı yükselmesine sebep olduğu için karaborsacılık yasaklanmıştır. Zira böyle bir faaliyet hem karaborsaya konu olan ürünün piyasada yeteri miktarda bulunmamasına ya da daha pahalı alınmasına hem de enflasyon oranlarının artmasına sebep olarak ülkeye ve o ülkede yaşayan bireylere zarar vermiş olacaktır.

5. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sizden biriniz kendisi için sevip istediğini kardeşi için de sevip istemedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhari, İman, 6.) buyurmuştur. Bu nebevi mesajın gereği olarak Müslüman bir birey, hayatın her alanında empati yapabilmeyi bilmelidir. Müslüman tacirler de bu güzel hasletle donanmış olmalıdır. Çünkü bu tutumu hem alırken hem satarken sergileyen bir tüccar, kendisini karşıdaki kişinin yerine koyacağı için hiç şüphesiz daha insaflı bir alışveriş yapacaktır.

İşte bu hususları göz önünde bulunduran bir tüccar, kıyamet günü hadiste ifade edilen o ulvi mertebeye erişecektir. Ancak bu vasıflardan uzaklaştıkça ticari piyasada her türlü hile, sahtekârlık ve zulüm başta olmak üzere dinen yasaklanan davranışlar artacak ve nihayet “Kişinin, malı helal bir yolla mı haram bir yolla mı kazandığına aldırış etmeyeceği bir zaman gelecektir.” (Darimi, Büyu’, 5.) hadisinde ifade edilen endişe pek çok alanda tezahür etmiş olacaktır.

Öyleyse Müslümanlar olarak bizlere düşen; her daim, her yerde ve her durumda olduğu gibi alırken ve satarken de inancımızın gereği üzere dosdoğru olmak ve geçici dünyevi menfaatler için ahiretimizi feda etmemektir.

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Müslüman bir tüccar “Daha çok kâr olsun da nasıl olursa olsun.” gibi bir anlayışı elinin tersiyle iter ve hesabını verebileceği bir kazancın peşinde koşturur.

2. “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” (Duha, 93/4.) ayetini kendisine düstur edinen ve geçici dünyevi menfaatler için ahiretini satmayan bir tüccar, gerçekten kârlı bir alışveriş yapmış olacaktır.

Kaynak: Dib Yayınları                                                                                                             Hazırlayan: Ayşe GÜREL- Bilecik Müftülüğü -İl Vaizesi

 

DUYURU: Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğüne bağlı  “Zekat Daire Başkanlığı” kurulmuştur. Zekat Ödemeleri ile ilgili gerekli bilgiyi Bilecik İl Müftülüğüne gelerek veya (0228 212 11 34) nolu telefonu arayarak  öğrenebilirsiniz.

Bu yazı toplam 1055 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
AİLE KÖŞESİ Arşivi
SON YAZILAR