RAMAZANDAN GÖNÜLLERE

RAMAZANDAN GÖNÜLLERE

TEVBE GÜNAHTAN DÖNEN GÜNAHSIZ GİBİDİR

TEVBE GÜNAHTAN DÖNEN GÜNAHSIZ GİBİDİR

Hicretin dokuzuncu senesi Receb ayında, sıcağın dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir mevsimde Allah Resûlü ashâbıyla birlikte savaş için bütün hazırlıklarını tamamlayıp yola koyulmuş ve nihayet Tebük'e varmıştı. Peygamberimiz ashâbına, “Kâ'b ne yaptı?” diye sordu. Selimeoğullarından birisi Resûlullah'a, “Yâ Resûlallah! Kâ'b'ı (kıymetli) iki hırkası(ndan dolayı duyduğu gururu) ve kibri (Medine'de) alıkoydu!” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Muâz b. Cebel itiraz edip Hz. Peygamber'e (sav), “Vallahi Yâ Resûlallah, biz Kâ'b hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz.” diyerek Kâ'b b. Mâlik'i savundu. Resûlullah ise Muâz'ın bu itirazına susarak karşılık verdi.

Allah Resûlü ile birlikte birçok gazveye katılan Kâ'b b. Mâlik, Tebük Savaşı'ndan geri kalan seksen küsür kişiden biriydi. Diğer bütün gazvelerin aksine Resûlullah bu defa, uzak ve tehlikeli bir yolculukta çok kuvvetli bir düşmanla karşılaşacak olan Müslümanların, ona göre hazırlanmalarını istediği için, gidilecek yönü Müslümanlara açıklamıştı. Müslümanların savaşa hazırlanacak vakitleri vardı. Buna rağmen Kâ'b b. Mâlik, bir türlü savaşa katılamamıştı.

Resûlullah ile Müslümanlar gazâ hazırlığı ile meşgul olduğu sırada Kâ'b b. Mâlik de onlarla beraber yol hazırlığı için sabahleyin evden çıkıp dolaşıyor, ancak hiçbir iş görmeden akşam üzeri evine dönüyordu. “(Daha hazırlanmaya vaktim ve) gücüm var.” diyerek günlerini geçiriyordu.

Nihayet herkes gerçekten hazırlanıp bir sabah Resûlullah ile Müslümanlar sefere çıktıklarında, Kâ'b'ın henüz hiçbir hazırlığı yoktu ortada. Bu sefer de, “Onun (ordunun) ardından bir iki günde hazırlanır, sonra onlara yetişirim.” diyerek yine kendini avuttu Kâ'b. Bundan sonraki birkaç gün de hiç farklı geçmemişti. Sabahları hazırlık için evden ayrılıyor, akşam eve hiçbir hazırlık yapmadan bomboş dönüyordu. Neticede ordu epey yol almış, Kâ'b'ın onlara yetişme ihtimali kalmamıştı.

Tebük Gazâsı'ndan başka, Resûlullah'ın yaptığı gazvelerin hiçbirisinden geri kalmayan Kâ'b b. Mâlik'in ilk pişmanlıkları işte bu günlerde başlamıştı. Zira daha önce hiçbir zaman bu kadar güçlü ve kuvvetli olmamıştı.

Buna rağmen sırf ihmali nedeniyle Resûlullah'ı ve Müslüman kardeşlerini bu zorlu mücadelede yalnız bırakmıştı. Kendisi gibi güçlü, kuvvetli ve imanı sağlam diğer bütün Müslümanlar savaşa gitmiş, geriye ise münafık olarak bilinen ya da güçsüzlüğünden dolayı mazeretli olan kişiler kalmıştı. Zaten Kâ'b'ı da en çok bu üzüyordu.

Döndüğünde bu durumu Allah Resûlü'ne nasıl izah edebilirdi ki? Savaşa gitmesini engelleyecek hiçbir mazereti yoktu. O güne kadar maddî durumu hiç bu kadar iyi olmamıştı. Ordunun Medine'ye doğru geri dönmekte olduğu haberini aldığında, düşünceleri daha da artmış, hüzün ve kedere boğulmuştu. Çevresinde görüşlerine değer verilen kimselere, içinde bulunduğu bu zor durumdan nasıl kurtulabileceğini soruyordu.

Ka'b, Hz. Peygamber ve ordusu Medine'ye dönünceye kadar zaten içi içini yemiş, işlediği kabahatin yükünden bir an önce kurtulmak için can atar olmuştu. Resûlullah'ın Medine'ye yaklaştığını duyduğunda ise bu düşünceleri bir yana bırakıp, içinde yalan bulunan bir özürle asla bu kabahatten temize çıkamayacağını anlamıştı. Allah Resûlü'ne her şeyi doğru bir biçimde anlatmaya karar verdi.

Öyle de yaptı Kâ'b b. Mâlik. Bir sabah vakti Medine'ye dönen Allah Resûlü, mescitte iki rekât namaz kılıp insanlarla sohbet etmeye başlamıştı. Sefere katılamayıp da geride kalanlar özürlerini beyan ettikten sonra Kâ'b, Resûlullah'ın huzuruna çıkıp selâm verdi. Allah Resûlü ise öfkeli bir eda ile ona gülümsedi ve savaşa neden katılmadığını sordu. O da her şeyi olduğu gibi anlattı.

Asıl sıkıntı bundan sonra başlayacaktı. Peygamberimiz Kâ'b'a, hakkında hüküm verilinceye kadar beklemesini söyledi. Mürâre b. Rabî' ve Hilâl b. Ümeyye de Kâ'b b. Mâlik ile aynı durumdaydı. Hepsi için bitmek tükenmek bilmeyen, sıkıntılı geçecek ve elli gün sürecek tecrit hayatı başlamıştı. Peygamberimiz, bu üç şahısla konuşulmaması talimatını verdi. Kırkıncı günden itibaren bu üç kişinin kendi hanımlarıyla görüşmelerini de yasakladı.

Savaşa gitmeyip geride kalan bu üç kişinin pişmanlığı ise her geçen gün daha da katlanıyordu. Kimi evine kapanıp gözyaşları içinde bağışlanma diliyor, kimi ise Resûlullah'tan güzel bir haber almanın umuduyla insanların arasında dolaşıyor, kimseyle konuşamadan tekrar evine dönüyordu.

Nihayet ellinci günün sabahı, tevbelerinin kabul edildiğine dair büyük müjdeyi aldılar. Tevbeleri çokça kabul eden Yüce Allah'ın haklarındaki beyanı şöyleydi:

“Andolsun ki Allah, Müslümanlardan bir grubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, Peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerin ve ensarın tevbelerini kabul etti. Evet, onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.

Ve (seferden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (O'nun azabından) yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, çok merhamet edendir.

Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe, 9/117-119.)

Böylece Kâ'b b. Mâlik ve onun durumunda olan diğer iki arkadaşı, tevbelerine Kur'an'la şahitlik edilen ve Allah'ın mağfiretinden daha dünyadayken haberdar olan kutlu sahâbîler olmuşlardı.

Bütün kalpleri ile pişmanlığı hissetmişler ve tekrar aynı hataya düşmemek için azmetmişlerdi. Onlar aslında Rablerine verecekleri hesabı düşünüyorlardı. Belki çevrelerindeki herkesi kusurlu olmadıklarına inandırabilirlerdi. Ancak her şeyden haberdar olduğuna inandıkları Rablerini nasıl kandıracaklardı? Hesap günü O'nun karşısına aynı günahlarla nasıl çıkacaklardı? İşte tüm bunları düşündükleri içindi bu kadar pişman olmaları. Allah Teâlâ da onların bu samimiyetinden dolayı onlarla birlikte bütün Müslümanlara, günahlardan kurtulmanın yegâne yolunun tevbe etmek olduğunu bildirmişti.

Kâ'b b. Mâlik ve arkadaşlarının tevbesi gibi içten ve samimi olarak yapılan tevbe, hem bir ibadettir hem de kaybedilmiş değerleri yeniden kazanma vasıtasıdır. Dinî inanç ve yaşayışı yeniden ihya etmenin ve Allah ile bozulan ilişkileri onarmanın yoludur.

Tevbenin özünde pişmanlık vardır. Hakiki bir tevbe için nefsin kendisi ile hesaplaşması, mücadele etmesi gerekir. Zaten Allah Resûlü'nün ifadesi ile günah, insanın içini tırmalayan ve başkalarının haberdar olmasını istemediği şeydir. Yani her an pişmanlık duyabileceği bir iştir. Pişmanlık ise tevbenin ilk şartıdır. Resûlullah (sav) bir hadisinde, “(Günahtan) pişmanlık duymak, tevbedir.” derken, bu gerçeği ifade eder.

Bir diğer hadisinde ise, “Günahtan tevbe etmek, günahı terk edip bir daha ona dönmemektir.” buyurmuştur. Bu iki ifadeyi birleştirdiğimizde, “işlenen günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemek” şeklinde bir tevbe tanımı ortaya çıkmaktadır. Ardından istiğfar etmek, yani, Allah'tan, affetmesini istemek gelmelidir ki, tevbe tamamlanmış olsun. O hâlde bu tanıma istiğfarı da ekleyip, “tevbe-istiğfar, kulun, işlediği günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah'tan kendisini affetmesini istemesidir.” diyebiliriz.

Hata işleyen bir insanın tevbe etmek amacıyla aracısız olarak doğrudan doğruya Rabbine yönelmesinde herhangi bir engel veya ön şart bulunmamaktadır. Bununla beraber her şeyin kendine göre bir usul, âdâb ve şekli vardır. Bir işten, ancak doğru yollarla yapıldığı takdirde sonuç alınabilir. Yegâne rehberimiz olan Peygamberimiz, tevbenin âdâbını öğretmek maksadıyla şöyle buyurmuştur:

“Bir kimse bir günah işler de ardından güzelce abdest alır sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar.” Sonra da, söylediğini teyit maksadıyla şu âyeti okumuştur:

“Ve onlar ki çirkin bir iş yaptıklarında ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen bağışlanma dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki!” (Âl-i İmrân, 3/135.)

Allah Resûlü böylece tevbenin dil ucuyla söylenen bir iki kelime ile geçiştirilmemesi gerektiğini ve onun bilinçli bir eylem olduğunu anlatır.

Tevbeyi tamamlayan unsurlardan biri de, günahın derhâl terk edilmesi ve bir daha ona dönülmemesidir. Kişi eğer tüm pişmanlığına rağmen, terk etmeyerek günahına devam ederse, onun bu hâlinin tevbe değil, sadece anlık bir pişmanlık olduğu anlaşılır.Hâlbuki ciddiyetle ve gerçek bir pişmanlık içinde yapılan tevbe, günahların affedilmesini sağlar.

Allah'ın affetmeyeceği bir günah ve günahının büyüklüğü sebebiyle tevbe kapısı yüzüne kapanacak bir günahkâr yoktur. Zira Allah'ın af ve mağfireti çok geniş ve büyüktür. İnsan onur ve haysiyetini yok edici suçlar olarak bilinen zina ve hırsızlık, bütün kötülüklerin anası sayılan içki gibi suçları işleyenler için de tevbe kapısı açıktır.

Günahların en kötüsü olarak vasıflandırılan şirk suçundan dahi insan tevbe eder ve imana dönerse elbette bu da kabul edilecektir. Yeter ki son nefesini küfür üzere vermesin.

Ne var ki, başkalarının haklarına tecavüz edenler bundan tevbe ettiklerinde, önce o kişilere haklarını iade etmek suretiyle helâllik almalıdırlar. Çünkü burada kul hakkı söz konusudur ve onu affetme yetkisini Allah ancak hak sahibine vermiştir. Bunun dışında tevbelerin kabul edileceği bildirilmiştir.

Ümitsizlik bir yana, işlediği bir günahın peşinden tevbe ile hemen Yaratıcısını hatırlayan kimse, bu vesileyle imanını kuvvetlendirme gayretine girer. Öyle ki bu sayede insan, daha çok günah işlemekten kurtulur ve bu yeni ruhla Rabbine daha fazla bağlanıp yakınlaşarak O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmaya daha bir gayret gösterir.

Diğer taraftan günah işlememiş olduğumuz zaman bile tevbe-istiğfar etmemiz, hayatın sıkıntıları ve kederleri için bir ferahlık sağlar; Allah bu sayede hiç beklemediğimiz bir yerden bizi rızıklandırır. Fakat bir günah işlediği hâlde tevbe etmeyenleri âhiret nimetlerinden mahrum bırakır.

Kul, tevbe ile günahlarından arınarak âdeta aslî ve fıtrî temizliğine geri dönmüş olur. Zira Peygamber Efendimiz,

“Günahtan tevbe eden kimse, hiç günahı olmayan kimse gibidir.” buyurmuştur.

Bu bağlamda Yüce Allah tarafından geçmiş-gelecek bütün günahları affedildiği hâlde Allah Resûlü'nün günlük yaşantısında Rabbine çokça tevbe etmesi ne kadar da manidardır. Tevbe, Allah Resûlü için Rabbi ile iletişim kurma vesilesidir. Zira Allah çok tevbe edenleri sever.

Yüce Allah insanın özgür iradesi ile hatasından dönüp, kendisinden bağışlanma dilemesinden memnun olmaktadır. Zaten insanı Allah katında değerli kılan da O'na niyazı, O'ndan yardım ve bağışlanma istemesi değil midir? Allah Resûlü,

“Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah başkalarını yaratır, onlar günah işler (ve tevbe eder) Allah da onları affederdi.” buyururken bu soruya cevap verir âdeta.

Böylece insanı, günahlardan berî olan ve her an Allah'a kulluk hâlinde bulunan meleklerden farklı bir konumda değerlendirir. O hâlde, Resûl-i Ekrem'i örnek alan Müslümanlar, kalbî ve ruhî arınmalarını gerçekleştirmek üzere Allah Resûlü'nün tavsiye ettiği gibi tevbe ve istiğfarda bulunmalıdır.

Unutulmamalıdır ki tevbe etmenin insan hayatındaki rolü pek büyüktür. Zira insan, tevbe sayesinde Allah'a yönelip imanını kuvvetlendirerek yeniden hayata bağlanır ve ümidini, yaşama isteğini devam ettirir. Tevbe vasıtasıyla, toplum içinde, Allah ve Resûlü'nün istediği şekilde hareket eden kimselerle birlikte mutlu olarak güven içinde yaşar. Yine tevbe, insanın herkesin hakkını gözeten ve kendi hak ettiğine razı olan, haksızlığa uğramalarına sebep olduğu kimselere haklarını iade edip onlarla helâlleşerek onların dostluğunu kazanan bir kişi hâline gelmesini sağlar.

KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

HİSSEMİZE DÜŞENLER

  • Tevbe-ìstiğfar; kulun, işlediği günahtan yürekten pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah'tan kendisini affetmesini istemesidir.
  • Yegâne rehberimiz olan Peygamberimiz, tevbenin âdâbını öğretmek maksadıyla şöyle buyurmuştur: "Bir kimse bir günah işler de ardından güzelce abdest alır sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah onu mutlaka bağışlar."
  • Allah'ın affetmeyeceği bir günah ve günahının büyüklüğü sebebiyle tevbe kapısı yüzüne kapanacak bir günahkar yoktur.
  • Günahından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir. Bu yüzden her tevbe, yeni bir başlangıçtır.
  • Peygamber Efendimiz bütün günahları bağışlandığı hâlde her gün Rabbine yönelip tevbe-istiğfarda bulunmuştur. Bu yönüyle tevbe-istiğfar, müminin dilinden düşürmeyeceği bir virdi olmalıdır.

GÜNÜN AYETİ:

"Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tövbe edin. Allah da sizi belirlenmiş bir süreye kadar dünya nimetlerinden güzelce yararlandırsın, fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını versin. Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek o dehsetli günün azabından korkarim." (Hud, 11/3)

GÜNÜN HADİSİ:

Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) tarafından nakledildiğine göre, Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Günahtan tevbe etmek, günahı terk edip bir daha ona dönmemektir." (İbn Hanbel, I, 446)

GÜNÜN DUASI:

"(Allah'ım!) Bize kulaklarımızı, gözlerimizi, kalplerimizi, eşlerimizi ve neslimizi mübarek eyle. Tövbelerimizi kabul eyle, şüphesiz ki Sen tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametlisin." (Hâkim, Te'min, No: 977; İbn Hibbân, Ediye, No: 996)

BİR SORU & BİR CEVAP

SORU : Borcunu vaktinde ödemeyen kişiye takdir edilen malî tazminatı almak caiz midir?

CEVAP : Ödeme imkânı olduğu hâlde zamanında borcunu ödemeyen borçlu, manen sorumlu olur ve ahiret azabını hak eder. Bu konuda Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Zengin kişinin borcunu ödemeyi uzatması zulümdür.” (Buhârî, Havâlât, 1)

İslam Hukuku açısından ise; kişinin zimmetinde bir borç sabit olur ve onu ödemeye yanaşmazsa, bu kişi yetkili makamlar tarafından ödemeye zorlanabilir. Fakihler bu tür bir cezanın uygulanmasını, Hz. Peygamberin (s.a.s.) konuyla ilgili hadislerine dayandırmışlardır (Bkz. Buhârî, İstikrâz, 13).

Borçlunun borcunu geciktirmesi nedeniyle -paranın değer kaybetmesi gibi bir sebeple- alacaklı zarara uğrarsa borçluya sadece enflasyon oranında zarar tazmin ettirilir. Ancak borçlunun malî sıkıntı içinde olduğunu ispat etmesi halinde yetkili makamlar borcunu ödeyebilmesi için kendisine belli bir süre tanır. Bu durum ise, alacaklının yasal hakkını istemesine engel teşkil etmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 221).

KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

Hazırlayan : Ahmet ŞİMŞEK İL VAİZİ

Bu yazı toplam 2449 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
RAMAZANDAN GÖNÜLLERE Arşivi
SON YAZILAR