YETİM TOPLUMUN UHDESİNDEKİ EN AĞIR EMANET
Allah Resûlü Uhud'dan dönüyordu. Hz. Peygamber'in karşısına dikilecek, babasını soracaktı Beşîr ona. Allah Resûlü'nün yanına vardı; “Babama ne oldu?” dedi. Allah Resûlü'nün ağzından, “Baban şehit oldu. Allah ona rahmet etsin.” sözleri döküldü. Beşîr ağlıyordu...
Allah Resûlü durdu. Küçük bir çocuk için bekledi. Çünkü onun için çocuklar çok kıymetliydi. Beşîr ağlıyordu, babası ölmüştü... Allah Resûlü, “Ağlama!” diye teselli etti Beşîr'i. Sonra, “Ben senin baban olayım, Âişe senin annen olsun istemez misin?” dedi. Hiç düşünmeden “Evet, çok isterim.” dedi Beşîr. Allah Resûlü, eliyle Beşîr'in saçlarını okşadı, kucakladı, bağrına bastı.
Ne hoş bir tecellidir ki Allah Resûlü'nün ilgisi ve duası vesilesiyle Beşîr'in dilindeki kekemelik geçiverdi. Ayrıca Beşîr yaşlanıp da saçları ağardığı zaman Allah Resûlü'nün o gün mübarek elinin değdiği kısımlar hâlâ siyahtı.
Allah Resûlü şehit yavrusu Beşîr'i kucaklamış, hayattaki yalnızlığını dağıtmış, ona yetim kaldığını unutturmuştu. “Yetim”, Arapçada “yalnız, tek başına” demekti. “Yavaş giden, geride kalan” gibi bir mânâsı daha vardı yetimin. Yetim kelimesinin “gaflet ve şaşkınlıktan” geldiğini söyleyenler de vardı ama Allah Resûlü'nün yanında gafil olunur muydu hiç?
İslâm'ın ilk yıllarıydı ve ardı ardına inen âyetler inananlara yetim hakkını hatırlatıyordu:
“Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz.”
“Seni yetim bulup da barındırmadı mı?”
“Sakın yetimi aşağılama!”
“Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı! İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.”
Ca'fer-i Tayyar. Peygamberimizin amcasının oğlu. Efendimiz ona “kardeşim” derdi. Beklemişti Allah Resûlü. Ca'fer'in ailesine üç gün zaman vermişti, içlerindeki üzüntü gözyaşlarıyla aksın, biraz olsun sakinleşsinler diye. Babaları Mûte Savaşı'nda şehit düşmüştü.
Allah Resûlü, Ca'fer'in derin bir hüzne boyanmış olan evindeydi.
“Bugünden sonra kardeşime ağlamak yok.” diye söze başladı. Sonra, “Getirin bana kardeşimin çocuklarını.” dedi. Ca'fer'in oğlu Abdullah, kendisi anlatıyor: “Bizi getirdiler, Allah Resûlü'nün karşısında dizildik. Kuş yavruları gibiydik.” diye...
Allah Resûlü, beklenmedik bir şey yaptı. Hayatın aktığına bir alâmet olsun, üzüntü ve kahırdan saçları darmadağın olmuş bu yetimlerin yüzleri açılsın, ışıl ışıl parlasın diye berber çağırdı. O an bir berberin çocukların saçını kesmesi en son düşünülecek şeydi sanki...
Allah Resûlü, çocukların saçlarını kestiriyordu, yarın bayrammış gibi...
Allah Resûlü'nün aralarını hafifçe açtığı işaret ve orta parmaklarını göstererek ashâbına seslenişi, tüm canlılığıyla gözlerimizin önünde duruyor:
“Ben ve yetime kol kanat geren kimse cennette böyle (yan yana) olacağız.
Peygamber Efendimiz, gönüller anlasın, gözler canlandırsın diye dünyada bir yetimi kollayan, onun derdine ortak olup sofrasında yetimle ekmeğini paylaşanların, cennette bu şekilde kendisinin yanı başında bulunacağını anlatıyor bize. Yetim Peygamber yetimlere sahip çıkıyor...
Allah Resûlü, babasını yitirmiş yavrulara kol kanat geren, her zorluğa rağmen onların üstüne titreyen, hatta onları kendisine tercih eden anneleri de unutmuyor:
“Ben ve (karşılaştığı sıkıntılar ve bakımsızlık yüzünden) yanakları kararmış kadın kıyamet gününde şu ikisi (işaret parmağı ve orta parmak) gibi (yakın) olacağız. O kadın ki kocasının ölümü sebebiyle dul kalır da asil ve güzel olduğu hâlde çocukları yetişinceye ya da ölünceye kadar kendisini yetim çocuklarının bakımına hasreder (ve evlenmez).” buyuruyor. Annesiz babasız büyümüş Allah Resûlü'nden daha iyi kim anlayabilir yetimleri...
Kalbinin katılığından dert yanan bir adama Peygamber Efendimizin
“Yetim(ler)in başını okşa, fakir(ler)i doyur!” buyurduğu nakledilir.
Yetimin başını okşamak, kuşkusuz ona sevgi ve merhamet göstermenin yanı sıra kimsesizliğini unutturup ayakta durabilmesi için yardımcı olmak demektir. Bu noktada Allah Resûlü, “Müslümanlar arasında kim bir yetimi yiyecek ve içeceğini üstlenecek şekilde sahiplenirse Allah onu mutlaka cennete koyar. Ancak affedilmeyecek bir günah işlemiş ise o başka.” buyurarak, yetimleri sahiplenip, onlara kol kanat gerenlere cenneti muştular.
Nitekim Kur'an da kendi ihtiyacı olduğu hâlde malını yetimle paylaşanları, gerçek anlamda iyilik yapan kimseler olarak tanımlar. Hz. Peygamber'in eğitiminden geçmiş olan Abdullah b. Ömer'in, sofrasında bir yetim bulunmadan yemek yememeye özen göstermesi bu konuda gösterilmesi gereken hassasiyeti ortaya koyması bakımından çarpıcı bir örnektir.
Diğer taraftan Resûl-i Ekrem,
“Müslümanlar arasında en hayırlı ev, içinde kendisine iyi davranılan bir yetimin bulunduğu evdir. Müslümanlar arasında en kötü ev ise içinde kendisine kötü davranılan bir yetimin bulunduğu evdir.” buyurarak, yetime yapılan muamelenin iyi ya da kötü olmasının bir yuvanın iyi ya da kötü olmasını belirleyen önemli bir ölçüt olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
Yetimler önceliklidir. Bu çocukların bazısı şehit çocuklarıdır, bazısı annesini ya da babasını hastalığa, kazaya kurban vermiştir. Ve hatta kimileri de dünyanın değişik yerlerinde birilerinin dünyalık arzularına kurban edilmiş, daha çocukluklarını yaşayamadan şehirleri yıktığı kadar ruhları da tahrip eden savaşın soğuk yüzüyle karşılaşmıştır. Anneleri, babaları artık yanlarında değildir... Onlar sahip çıkılmayı herkesten çok hak ederler. Onlar Hz. Peygamber'in yanındaki Enes gibi olmayı arzularlar.
Onlar Ümmü'd-Derdâ'nın yanındaki yetimler gibi, Allah Resûlü'nden müjde, müminlerden ilgi ve şefkat görmeyi umut ederler.
Kızı Fâtıma, yanında iki hanımla birlikte gelerek, savaş esirlerinden ev işlerinde kendilerine yardımcı olacak kadınlar tahsis etmesini istediklerinde, Peygamber Efendimiz;
“Bedir'in yetimleri sizden daha önceliklidir.” demişti.
Onun, yetimi kollama ve gözetme arzusu, rivayetlerin arasından gönüllerimizin derinliklerine işlemelidir.
Allah Resûlü, “Her türlü malda zekâttan başka ödenmesi gereken haklar da vardır.” buyurmuştur.
Yetimi gözetmek bizim yetimlere yaptığımız bir ikramın ötesinde, üzerimizdeki en büyük sorumluluklardandır. Allah Resûlü üzerimizdeki bu sorumluluğu şu âyeti okuyarak açıklamıştır:
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.”
Yetim malı yemek ne büyük günahtır! Cana kıymak, iftira atmak gibi hususlarla beraber, insanlığı felâkete sürükleyen yedi büyük günahtan biri olarak Allah Resûlü'nün dilinde yer bulan bu günah, tüyü bitmemiş yetimin hakkını gözeten yüksek bir inancın ve medeniyetin temsilcisi olarak bizler için affedilemez bir davranıştır. Bilakis bizler için anne ve babalarından birer yadigâr ve Allah'ın birer emaneti olan yetimleri gözetmek, cennete açılan kapıdır.
Yetim malı yemekten sakındıran bu uyarılarla birlikte, yetimin bakımıyla ilgilenen kişinin fakir olması hâlinde, ihtiyacı oranında bu maldan almasına müsaade edilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisine gelip fakir olduğunu, fakat baktığı bir yetimi bulunduğunu söyleyen bir adama; israf etmemek, saçıp savurmamak ve malı kendi üzerine geçirmemek şartıyla o yetimin malından harcamada bulunabileceğini söylemiştir.
Abdullah b. Abbâs'ın naklettiğine göre,
“Yetimin malına yaklaşmayın; yalnız ergenlik çağına erişinceye kadar (onun malına) en güzel biçimde yaklaşabilirsiniz.” âyeti ile “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” âyeti inince yanında yetim bulunanlar hemen Hz. Peygamber'in meclisinden ayrılıp o yetimin yemeğini kendi yemeklerinden, içeceğini de kendi içeceklerinden ayırmışlardı.
Sahâbenin bu hassasiyeti, Peygamber Efendimizin cennette kendisine komşu olacağını müjdelediği “kâfilü'l-yetîm” yani yetime kol kanat geren kimse olmak içindi. Sözlüklerde “kâfil” kelimesi kefalete bağlanıyor ve her ikisi de “kifl”e dayanıyor. “Kifl” ise eyer, elbise, kat, pay ve savaşta firar etmek için arkada kalanlar demektir. Aslında bu hâliyle hadiste kullanılması son derece manidar bu kelimenin... Yetime kol kanat geren, yemeyip yediren, giymeyip giydiren demektir kâfilü'l-yetîm...
Yetim babası, yetimi kendi çocuklarından ayırmadan kol kanat geren anne, yetim yavrunun hayattaki nasibine tutunması için vesile olur. Onu soğuk kış gecelerinde sevgi ve şefkat yumuşaklığıyla sarmalayan elbise olur... Karşılıksız değildir bu. Zira yetime arka çıkan kişi, “Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve Peygamberi'ne iman edin ki, size rahmetinden iki kat pay versin, size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” âyetinde geçen ve “kifleyn” diye ifade edilen “iki kat pay” ın talibidir artık...
Allah Resûlü, “Allah'ım, ben iki zayıfın, yetim ve kadının hakları konusunda (insanları) şiddetle uyarıyorum, onların haklarına el uzatılmasını (özellikle) yasaklıyorum.” buyurmuştur.
Yetime her yönden baba olmak, analık etmek gerekir. Kefalet, malî, mânevî, sosyal pek çok yönü olan bir görevler zinciridir. Bu kapsamda yetimin malı korunmalıdır. Yetimin malına, doğrudan zarar vermek bir yana, zarar verebilme ihtimali olan durumlara karşı bile uyanık olmak gerekir.
Nitekim Allah Resûlü'nün malî konularda yeterli görmediği Ebû Zerr'i, yetimin malına velî olmaması için uyardığı nakledilmektedir.
Allah Resûlü yetimin malının, ona bakan kişi tarafından yetimin geleceği için işletilmesini, eriyip gitmesine ve tükenmesine izin verilmeksizin nemalandırılmasını istemiştir. Efendimiz, “Dikkat edin! Kim malı olan bir yetimin velîsi olursa, o malı ticarette değerlendirsin ve onu (çoğalmadığı için) zekâtın yiyip tüketmesine terk etmesin.” buyurur.
Sahâbe-i kirâm da bu tavsiyeye kulak vermişler, bunu bir ilke olarak benimsemişlerdir. Meselâ Hz. Ömer, eriyip gitmemesi için yetim malının çalıştırılması üzerinde ısrarla durmuştur. Hz. Âişe'nin de, kendi uhdesindeki yetim mallarının işletilmesi doğrultusunda hareket ettiği bilinmektedir.
Hz. Peygamber'in,“Ergenlik çağına geldikten sonra yetimlik yoktur.” ifadesi, yetimliğin ne zaman bittiğine dair sınırı belirlemektedir. Ancak buradaki “ergenlik çağına ulaşmak” ifadesinden maksat, hakikî anlamda çocuğun ergenliğe adım atması mıdır? Yoksa bunun başka bir izahı var mıdır?
İbn Abbâs'a, “Yetimlik ne zaman biter?” diye sorulduğunda, “Ömrüme yemin ederim ki, adam vardır, sakalı çıkar da hâlâ kendi hakkını almaktan âciz, kendi namına bir şey vermekten âcizdir. İşte kişi kendi hakkını alacağında başkalarının alışverişi gibi doğru ve yeterli davranabiliyorsa, artık o zaman yetimlik durumu sona ermiş demektir.” diye cevap verir.
Kur'an da evlilik çağına gelinceye kadar yetimlerin gözlemlenip kendi ayakları üzerinde durup duramayacaklarının iyice anlaşılması, nihayet hayata atılabilecek bir hâle geldiklerinde mallarının kendilerine teslim edilmesi istenir.
Elinden tutulup hayata hazırlanmayı bekleyen yetim bir yavru, duygusal, bedensel ve zihinsel yönden korunup kollanmaya muhtaç bir emanettir. Bu yüzden Allah ve Resûlü, tıpkı kadınlar ve köleler gibi toplumun en hassas ve kırılgan kesimlerinden biri olan yetimler hakkında da son derece dikkatli davranılmasını istemişlerdir.
İnsanoğlu en büyük mutluluğun servet, makam ve kudret gibi değişken ve aldatıcı şeylerde olmadığının farkına vardığında, bir çocuğun gözlerindeki ışıltının her şeyden daha kıymetli olduğunu hissedecektir. İşte o vakit,
“Eğer onlarla birlikte yaşarsanız, (unutmayın ki) onlar sizin kardeşlerinizdir.” âyeti, hayatımızda hak ettiği yeri almış olacaktır.
KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM
HİSSEMİZE DÜŞENLER
- Yetimi gözetmek, korumak, kol kanat germek üzerimizdeki en büyük bireysel ve toplumsal sorumluluklardandır.
- Mali, manevi, sosyal pek çok yönden yetimin sorumluluğunu alan, cennette Peygamber Efendimize yakın olma bahtiyarlı ğına erişir.
- Allah Resûlü'nün, toplumun en hassas ve kırılgan kesimlerinden biri olan yetimlere karşı gösterdiği şefkat ve merhamet bizlere en güzel örnektir.
- Peygamber Efendimiz, içerdiği anlam açısından kişinin üzerinde olumsuz etkileri olan isimleri değiştirmiştir.
- Her insana isminden bir pay vardır. Bu nedenle çocuklarımıza güzel isimler vermeliyiz.
GÜNÜN AYETİ:
“Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.” (Nisa,4/10)
GÜNÜN HADİSİ:
İbn Abbas’ın (ra) naklettiğine göre, Nebi (sas) şöyle buyurmuştur: “ Kim Müslümanlar arasında bir yetimi yiyecek ve içeceğini üstlenecek şekilde sahiplenirse Allah onu mutlaka cennete koyacaktır. Ancak affedilmeyecek bir günah işlemiş ise o başka.” (Tirmizi, Birr ve sıla,14)
GÜNÜN DUASI:
“Ey kimsesizlerin kimsesi, gariplerin sığınağı Yüce Allah’ım! Yetimleri, öksüzleri, garipleri, kimsesizleri mahzun ve boynu bükük bırakma!”
BİR SORU ? BİR CEVAP:
SORU: Fidye nedir, hangi durumlarda gerekir?
CEVAP: Fidye, bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel demektir. Dinî bir terim olarak ise, oruç ibadetinin eda edilememesi sebebiyle veya hac ibadetinin edası sırasında işlenen birtakım kusurların giderilmesi için ödenen maddi bedeli ifade eder.
Kur’an-ı Kerim’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu fidye öder.” (Bakara, 2/184) buyrulmaktadır. Buna göre ihtiyarlık ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimse, daha sonra bu oruçları kaza etme imkânı bulamazsa, her gününe karşılık bir fidye öder (Serahsî, el-Mebsût, III, 100; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 395-397).
Öte yandan Şâfiîlere göre Ramazan ayının kaza borcu herhangi bir mazeret olmaksızın yerine getirilmeden, öteki Ramazan gelecek olursa, kaza borcuna ilaveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar (Nevevî, el-Mecmû’, VI, 364; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 645).
Şâfiî mezhebinde fidye ödeme yükümlüğünün ortaya çıktığı bir diğer mesele de gebe ve emzikli kadınlarla ilgilidir. Emzirme ve hamilelik sebebiyle çocuğunun sağlığı hakkında endişe duyan annelerin, oruç tutamadıkları günleri hem kaza etmeleri hem de fidye vermeleri gerekir. Fakat çocuk hakkında değil de kendileri hakkında endişe ederlerse o zaman sadece kaza gerekir (Nevevî, el-Mecmû’, VI, 267).
Hac ve umre ile ilgili görevler yerine getirilirken meydana gelen bazı eksiklikler için uygulanması gereken maddi yaptırım da fidye kapsamına girer (Bakara, 2/196).
Bir fidye, bir kişiyi bir gün doyuracak yiyecek miktarı veya bunun ücretidir. Bu da “sadaka-i fıtır” ile aynı miktarı ifade eder. Bu, fidyenin asgari ölçüsüdür. İmkânı olanların daha fazla vermesi daha iyidir (Bakara, 2/184; Merğînânî, el-Hidâye, II, 270)
KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan : MUAMMER ARPAGUŞ İL VAİZİ
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.