ALİ ERDAL

ALİ ERDAL

“ADI DEĞMEZ” OLUR MU?

“ADI DEĞMEZ” OLUR MU?

31.05.2025 günü, Ümraniye Mehmet Akif Ersoy Kültür Merkezi'nde Prof. Dr. Mesut Başak Koordinatörlüğünde gerçekleştirilen ÜSTAT NECİP FAZIL'ı anma toplantısındaki konuşmam:

“ADI DEĞMEZ” OLUR MU?

Hamd, “Tekten de tek, bir tek, tek başına tek” Allah’a…

Salât ve selâm O’na:

“O, Allah'ın emriyle, Kâinat Efendisi;

Varlığın Tacı, varlık nurunun ta kendisi...”

Hürmet ve muhabbet, “Son peygamber kılavuz” diyen büyüklere…

Bir buket gibi bizleri bir araya getiren ve bu davete teşrif eden düşünen adamlar, Allah sizlerden razı olsun.

Üstat Necip Fazıl, vasiyetinde, “Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız” demişti.

Doğrusu çok mütevazi bir talep. Türk ve dünya edebiyatının en çok eser verenleri arasında… Hem de her sahada ve her biri alanında zirve.

Eser vermekle yetinmiyor; şiir yazıyor, şiirin tefekkürünü yapıyor. Dünya edebiyatında şiir üzerinde kitap çapında tefekkür eden var mı bilmiyorum ama Türk edebiyatında ondan başka yok.

Hikâye ve roman yazıyor, hikâye ve romanın; tiyatro ve senaryo yazıyor tiyatronun künhünü izah ediyor.

Geçmişe ait tespitleri, iddiaları var… Geleceğe ait öngörüler, tezleri…

En az 3 saat süren konferanslarında, saatler önce hıncahınç dolan salonu kimse terk etmiyor. Hattâ konferans sonunda kaçar gibi insanlar uzaklaşmıyor, bir süre çevresinde onunla konuşma imkânı arıyor.

Yarım yüzyıl geçmiş… Çağdaşlarının, esâmîsi okunmuyor. Onu “ademe/unutulmaya” mahkûm edenlerin, sadece kötülükleri anlatılıyor. Ama O’nun tiyatroları ve filme alınan eserleri, hâlâ kapalı gişe oynuyor.

Eserleri okunuyor, hem de toplu okumaları yapılıyor yurdun her yerinde. Meselâ biz Kardelen dergisi olarak 237. okumamızı yaptık.

Sözleri naklediliyor. “Anmak” ne kelime, “arasıra” ne demek? Konferans, seminer ve benzeri faaliyetler… Meselâ şu anda kim bilir kaç yerde toplantı yapılıyor. Yapılacaktır. Yüzden fazla eserin sahibi, “bir takım sesler bırakmış” öyle mi? Şu tevazuya bakar mısınız; kibirli diyenler utansın.

Dost, hattâ düşman… Her toplantıda en az bir beyti okunur, bir cümlesi söylenir.

Eserleri üzerine tezler, tahliller, kitaplar, araştırmalar... İlerde (hani derler ya şuraya yazıyorum) eserlerine, meselâ İman ve İslâm Atlası’na şerhler yazılacak.

Şuraya yazıyorum… 22. yüzyılda söz ve fikir; Türk milletinin, dolayısıyla da İslâm âleminin rehberi olacak. Söz ve fikrin sahibinin kim olduğunu söylemeye lüzum var mı?

Gönüldaşlar, dikkat ettiniz, etmişsinizdir; fikirlerini övmedim. Doğru, güzel, iyi, harika demedim… Şerh ve 22. yüzyıl ifadesi dışında, düşmanlarının bile kabul edebileceği tespitleri dile getirdim.

Onunla ilgili hatıralar anlatılıyor, yayınlanıyor, yayınlanacak.

Sıradan bir insanın hatırası bir kıymet ifade etmez ama, O’nunla ilgili olursa ufak bir hatıra değer kazanır. Şu anda olduğu gibi…

O’nu nasıl tanıdım? Daha doğrusu nasıl haberdar oldum?

Nasıl tanıştım değil. O, ayrı bir mevzu…

27 Mayıs ihtilâli… Üstad’ın dilinde “gece baskını”. Diyor ki: “Yoğurttan hükümete, mukavvadan bıçak saplandı” DP iktidarı yıkıldı, darbeciler eriyip gitti.

“Mukavvadan bıçak” darbenin akabinde, yedek subaylık hakkını, lise ve dengi okullardan kaldırdı ve bütün mezunları askere aldı. Böylece… İlkokul öğretmeni olduğum ilk sene, ders yılı bitmeden askerlik… Acemi eğitiminden sonra, ‘Alilere’, okuma yazma bilmeyen yaşıtım erlere öğretmenlik… Onlara sormuştum:

–Size ne diyorlar?

–Ali diyorlar…

–Ben de Aliyim!

Bazan küçük bir olay, çok büyük gelişmelerin işaret fişeği olabilir. Kıtalar arası füzeyi bir kıvılcım harekete geçirir. Bir cuma namazında, tugay camisinde, minberin altında kapağı aralık bir dolap… Bir tomar gazete… Dolaptan taşıyor… Kitap kurduna, iki aylık okuma açlığını giderecek fırsat!..

Okuma açlığı ile ne demek istedim. Bunun için önce okul yıllarına gitmek gerekiyor.

Öğretmen okulu talebeliğimin ilk ayında kütüphaneyi keşfettim... Ders, resim yapmak, yemekhane ve uyku dışında hep oradayım. Türkünün “garibin vatanı kahveler, hanlar” dediği gibi “garibin vatanı kütüphane”… O kadar vatanım ki kütüphane… Disiplini ile meşhur beden eğitini öğretmeni, sahada ders başlangıcında öğrencileri takımlara ayırıyor. Herkes hangi oyuna ve takıma girmek istediğini söylüyor. Ben;

–Kütüphaneye gidebilir miyim?

Deyivermişim. Arkadaşlar, dersini küçümseyen bu düşüncesizi nasıl cezalandıracak diye düşünmüştür herhalde. Ama izin çıktı. Hemen fırladım. Beni takip ettirmiş. Ertesi hafta, yine öğrencileri takımlara ayırıyor. Bu sefer densizlik yapmayacağım. Bana döndü:

–Ali, sen kütüphaneye gitmeyecek miydin?

Rivayete edilir ki şeytan, insana yasak meyveyi yedirebilmek için yalan yere yemin ediyor. Yalan yere yemin edilemez sanmak, insanı yanıltıyor.

Öğretmen okulu birinci sınıf talebesi çocuk da, yerlere atılamayacak kadar mukaddes bir eşya bildiği kâğıt üstüne, sadece faydalı şey kaydedilir sanıyor. Bir şey kâğıt üzerine konduysa mutlak iyidir.

Köyde bir ihtiyarın, yere kâğıt atan bir gence nasihati:

–Oğlum, üzerine âyet ve hadis yazılma ihtimali bulunan bir eşya yere atılır mı?

Okul yatılı zengin kütüphanesi yatma saatine kadar açık. Günlük gazeteler… Sol yayınlar… Dergiler… Tarihî romanlar, yerli ve yabancı klâsikler… Macera romanları… Dut yaprağı yiyen ipek böcekleri gibiyim. Bir dut dalı koyarsınız, yenisini alıp koyana kadar üzerindeki bütün yapraklar yenmiştir.

CHP iktidar değil ama, CHP tandaslı yayınlar derebeyi… o zaman farkında değilim bunun. Derebeyleri yazıyorlar, çiziyorlar… Bir tip… Elinde tespih, çember sakallı, vahşi ve bön bakışlı… Onlara göre müslüman… Paspal, kirli sakallı, kirli dişli, dar alınlı, lâf dinlemez ve anlamaz, ne yaptığını bilmez, aksi, anlayışsız, geri zekâlı, bilgisiz, görgüsüz, ilkel ve vahşi (insanlar değil) yaratıklar… Karikatürler, yazılar, romanlar ve hikâyeler… Tipin boynunda yafta: “Gerici”. Aman Allahım, ‘ak kâğıt’ üstüne bunları nasıl yazıp çiziyorlar.

O tipin arkasında tepeden tırnağa siyah çuvala tıkılmış dört kadın… (Pavlov)un köpeği gibi, şartlı refleksle İslâm’ın ilkel olduğu kanaatine okuyucu yönlendiriliyor. Zil sesi duyan köpeğin, et gelecek diye ağzının suyunun akması gibi, İslâm deyince ilkellik aklımıza gelecek ve en küçük tepkimiz yüzümüzü buruşturmak olacak…

Gurbet sadece aile ve sıla hasretinden ibaret değil. Hakikate hasret… Kendimi öksüz ve yetim hissediyorum.

Okul 6 yıl… Yaşımla beraber büyüyen, beni dar ve mânâsız bir kalıba sokmak isteyen meçhul odaklara karşı, –kütüphane sayesinde artık yalnızlık hissetmiyorum– öfkem, okuma arzumu kamçılıyor. Kendimi yetiştirmeli, “Ak kâğıt” üstüne kara çalanlara cevap verebilmeliyim.

İlerde Üstad’ın şu beytine hayran olacağım:

“Müslüman, özlediği örnek ol Garp’la Şark’ın!

Rahmet, hikmet, zarafet, şecaat senin hakkın!”

Ve şu sözüne yerden göğe kadar hak vereceğim:

“Onlar, (…) orta malı, pestzinde, malûm klişeleri geveler, aşksız ve ruhsuz kaba softa tiplerinden korkmazlar; bu insancıkları kolayca bazı vâhitlere ircâ edebilirler. Onlar için tehlike benim, biziz! Zira biziz ki, onların sahte dünyalarını, bizzat o sahte dünya içinde yetişmiş, çile doldurmuş, nihayet havasızlıktan patlamış en halis tipler olarak ifşa ve iptal edebiliriz. Biziz ki, bu mukaddes dâvayı, tamamıyle kanun yolundan, kırçıl sakallar, kazma dişler, dar alınlar, vahşî bakışlar ve kapkara cehalet elinden alıp, onu, nuranî yüzler, inci dişler, geniş alınlar, derin ve tatlı bakışlar ve ebedî güneşler ikliminde yepyeni bir gençliğe teslim edebilir, yepyeni bir vecd ve aşk nesline devredebiliriz.”

Gelelim, tugay camisindeki gazetelere…

Kitap kurdu, Tugay camisi imamından gazete tomarını istedi. Gazetelerle, öğretmen odasına kapandı. Dışarda herkes güzel havanın tadını çıkarsın. Peşin bir kanaat taşımadan, 32 adet Yeni İstiklâl gazetesini okudu.

Fıkra muharrirlerini üslubundan, karikatüristleri çizgisinde tanırım. Adıdeğmez imzalı yazılardan çok etkilendim… Onun yazılarına koca kütüphanede rastlamamışım. Bunu düşünecek halde değilim. Perişan oldum

Adıdeğmez’in, Üstad’ın mahlâsı olduğunu bilmemekten öte, varlığından bile haberim yoktu.

“Adıdeğmez” imzalı başyazılar, bende bir ihtilâl meydana getirdi. “Mukavvadan bıçak”, ihtilâl nasıl olurmuş görsün. Üstad’ın tabiriyle “fikir ihtilâli!”… ‘Ak kâğıt’ üstündeki hinlikleri, hainlikleri ve İslâm düşmanlığını fark ettirdi. Daha doğrusu “ak kâğıt” üstüne böyle aşağılık şeyler yakıştıran tiplerin varlığını kabul ettirdi. Sevinç ve öfke iç içe. Hakikati iki kaşının ortasından gösteren bir kalem bulmuşum. Adını belirtmeyen yazar diyor ki:

“Yalnız iman ve fikir; ne sevgili ne kardeş;”

Ve

“Müjdeler olsun size; doğdu batmayan güneş !”

Karedeniz’de doğalgaz, Şırnak petrol bulmuşem…

“Eş kır atım meydan bizim;

Yardan haber geldi bu gün!

Yüklenmişken gam yükünü,

Saza ceylân geldi bu gün!”

Bakın Gönüldaşlar neler oldu… Birkaçını sayayım:

●O zamana kadar değerli zannettiğim, daha doğrusu öyle olduğu telkin edilen kitaplar, 8 şiddetinde depremle devrildi

●Her yerin ileri gelenlerini, aydınlarını; mhalefette bile muktedir olma baskısıyla manyetik alanına hapseden CHP’nin; Adıdeğmez’in ifadesiyle “Türk ruh kökünün piranhası CHP”nin; kendini devlet sanan, bunun mütearife halinde kabulünü dayatan zihniyetin; foyası döküldü...

●O zamana kadar sevdiklerim, daha doğrusu sevdiğimi zannettiklerim; sevmediklerim, daha doğrusu öyle zannettiklerimle yer değiştirdi… Vakti geldi mi, kum saati ters çevrilir.

●Kavramlar yerine oturuyor. İlerici-gerici, yobaz, sağcı-solcu, felsefe, kurbağa dili, dost-düşman vs… Anlaşılan daha çok şey var yerine yerleşecek.

İnsanın içinde, tozları üflenince parlayan bir cevher var, inandım… Yepyeni bir dünya doğuyor…

‘Adıdeğmez”le beraber haykırıyorum:

●“İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!”...

●“Gerçek Türk tarihi henüz yazılmamıştır. Yazılabilseydi zaten mesele yoktu”

“Adıdeğmez”le beraber soruyorum:

“Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?”...

●“Sahte kahramanları” tanıdım. Meselâ İnönü ders kitaplarının methettiği gibi bir kahraman değilmiş…

“Yuf olsun Millî Şef’e!

Kıydı millî şerefe”! (1965)

Bazı hocaların her fırsatta karaladığı Abdülhamit Han, resmî tarihin iddia ettiği gibi, ‘müstebit, pinti ve Kızıl Sultan’ değilmiş. Vahdettin ‘vatan haini’ değilmiş... Ve daha neler ve kimler…

Nasrettin hoca çeşmenin tıkalı olduğunu görünce, hiç çeşme tıkanır mı deyip ağaç tıkayı çekip alır. Birikmiş sular Hocayı bir güzel ıslatır. Hoca der ki:

–Senin ağzını kapatanın bir bildiği varmış.

Üstad’ı “ademe mahkûm” edenleri –hak vermiyorum ama– anlıyorum. Ne yapsınlar, fikirlerine cevap veremiyorlar. Başka çareleri olmadığını da biliyorlar.

“Adıdeğmez” kim?... Evet kişi değil, fikir mühim… Ama kim olduğunu bilmek de isterim... O, diyor ki:

●“CHP bir parti değil; Türk’e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur, bir katliam müessesesidir.”

CHP’li bir ailenin evlâdı olarak, aldatıldığıma, aldatıldığımıza ne kadar öfkelendiğimi tahmin edersiniz.

Demek ki içten içe bir fikir ihtilâline hazırmışım… O meçhul kahraman, bu halin de izahını yapıyor:

“Farkında olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda... İçimizde bir şey pişiyor, biz farkında olmuyoruz. Pişiyor... Pişiyor... Birden küçük bir detay gibi görünen bir vesile ile patlayıveriyor...”

Çoğu kişi, Üstad’ın önce şiirlerine sonra fikirlerine meyletmiştir. Ben doğrudan fikiriyle karşılaştım. Araya şiir dahil bir vesile ve basamak girmeden, hattâ kendisi bile… Fikir söyleyeni bilmeden. Saf olarak fikrine, fikre hak verdim. Daha sonra şiirlerini yazılarından çok sevdim. Konuşmaktansa şiirlerini okumayı, tahlil etmeyi tercih ederim. Ederdim.

O günü, o fikir ihtilâli gününü unutamam…

●Sol yayınlar dönemi okulda kaldı...

●CHP zihniyetini (ve daha kimleri ve neleri) bir şey sanma silindi.

●Cumhuriyet gazetesinin; Varlık, Akbaba, Bütün Dünya, Hayat, Ses dergilerinin devri bitti...

●Okulda gördüğüm dergilerden ve kitaplardan, yazar ve çizerlerden ibaret değilmiş dünya… Büyük denilenler meğer ne kadar da basitmiş.

İlerde daha neler neler kazanacağımın farkında değilim.

Artık Yeni İstiklâl sayesinde varlıklarından haberdar olduğum, Tohum, Toprak, Şule, Orkun, Ötüken, İslâm, Fedai dergilerini de satın alıyorum.

Nihayet… Yeni fikir imal etmek yerine hakikatleri, satıhta geveleyen bu dergilerden birinde Necip Fazıl’dan bir paragraflık bir alıntı okudum… Üslûp benzerliği ile… Adıdeğmez’in Necip Fazıl adında bir yazarın mahlâsı olduğunu anladım. Bildiğim biri değil… Yeni İstiklâl’in yazarlarından biri olmalı. Kim olduğu üzerinde durmadım. Daha sonra öğrendiğime göre kitapları da varmış, dergisi de varmış, konferanslar da veriyormuş, evine ziyaret de mümkünmüş…

Nizamiyedeki nöbetçiler, öğrencilerimiz. İzinsiz çıkıp karşıda belediye arabasına biniyorum. Bayinin önünde inip, dergileri alıp, dönüyorum. Ders dışında hep okuyorum. Ve yeni bir faaliyet alanına meylettim… Hevesle yazıyorum. Ankara’da Bayrak dergisine, Ağrı’da Mesuliyet ve Kayseri’de Devrim gazetelerine yazılarımı gönderiyorum… Kalemin ve fikrin gücüne inanıyorum. Dünyayı değilse de, Türkiye’yi kurtarabilirim...

2 yıllık askerliğimin son 6 ayını, sivil öğretmen olarak tamamlamak üzere Bilecik’te bir köye tayin edildim…

İlk işim, takip ettiğim dergilerin satıldığı yeri bulmak... Gazete bayilerini, kitapçıları gezdim. Yok. Biri, başka bir dergi gösterdi. Kapağında iri harflerle “Müslümanlık” yazıyor. Derginin adı… Aldım… İlk ve son oldu. Kocaman “Müslümanlık” yazısının üstünde ufacık harflerle “Asrın Dini” ifadesi var. Hainliğe bakın. Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, taşları bağlamışlar, köpekleri salıvermişler. Daha sonra, o kitapçının adını bir Büyük Doğu’da gördüm. Dergiye borcunu ödememiş. Dergi böylelerini teşhir ediyor. Demek ki bir zamanlar Büyük Doğu satmış…

Sora sora aradığım dergileri, ‘Terzi İrfan’dan temin edebileceğimi öğrendim. Müslümanların duasına mazhar olsun. İrfan BİLECEN… İrfan ağabey, bayilerin satmadığı, satamadığı dergilerin, tanıtım ve satışını yapan bir dâvâ adamı kahraman. Dost… Allah rahmet eylesin.

Bir gün, yeni bir dergi gösterdi:

–Bunu da alır mısın?

Dosya kâğıdı ebadında…

Kapakta iki arslan resmi… Alttaki uyuyor. Üstte, cami önündeki gayet heybetli!.. Yeleleri kabarmış, gözlerinden şimşekler çakıyor. Ve iki resmin arasında bir not: “Arslan uyanırken!”…

–Alırım!

Derginin adını bile sormadım...

Baktım, en üstte derginin adı… Sınıf arkadaşımın “çok kötü bir şeymiş” dediği dergi…

Öğretmen okulunun son sınıfında bir arkadaş soruyor.

–Büyük Doğu’yu da biliyor musun?

Ben bütün yayınlardan haberdarım ya! Biz bir grup arkadaş, fıkra muharrirlerinin kalem savaşı yazılarını birlikte okuyarak takip ediyoruz.

–Hayır! Neymiş o?

–Çok kötü bir şeymiş…

–Ne yönden kötü?

Cevap yok.

Derginin adını okudum: “Büyük Doğu… Yirmibirinci yıl” “Birincilik şartlarıyla doğruluş ve doğuş.”

Benim için de öyle...

21 yıldır neşredilen bir dergiden haberim olmamış. Ama, yıkıcı dedikodusu yayılmış... “Kötü bir şeymiş”.

Genç yaşında ve İslâmî kimliği ortaya çıkmadan önce, şiirleri ders kitaplarına alınıyor. Bakın Üstad’ın şiirleri hakkında Nurullah ATAÇ, o azılı İslâm düşmanı; 1932’de ne yazıyor:

“(…) Şiirden anlayan Nazım Hikmet ‘Takvimdeki Deniz’i çok seviyor, biz birkaç kişi o manzumeye ve ‘Geçen Dakikalarım’a bayılıyoruz. Fakat KIRAAT VE MÜNTAHABAT KİTAPLARINA onları değil, ‘Otel Odaları’ ile ‘Heykel’i alıyorlar…” (Nurullah ATAÇ; Milliyet, 18.02.1932)

Üstat diyor ki:

“Ben taş kafalı komünistlerin, köksüz ve başıboş liberallerin, kanser virüsü Siyonistlerin, iç tahrip ajanı devrimcilerin ortaklaşa düşmanı olduğu ve sistemli şekilde ademe mahkûm ettiği, okuma kitaplarından ismini kazıdığı, fakat buna rağmen ilâhî bir tecelli ile toprağı altından kaynatmayı ve üstüne meltemler, ürpertiler, zelzeleler sermeyi ve etrafına çelikten bir gençlik hisarı çekmeyi gaye edinmiş ve tam 44 yıl tek derece yön değiştirmemiş belâlı adamım; ve bedbaht olduğum kadar da mesudum.” (25 Mayıs 1980 – 75. Yaş günü ve Sultanü’ş Şuarâ konuşması)

İç ve dış düşmana, devletin bütün imkânları ile, engellemesine, hapislere, maddî zorluklara rağmen yılmamış, dâvâsından dönmemiş ve milleti ile kaynaşmış.

Böyle birine “ilkesiz ve ahlâksız” diyen… (İsmi lâzım değil) sadece kendi halini ifşa etmiş bir zavallıdır.

Şairin vazifesini söylüyor; kendisi de bu misyonu yükleniyor:

“Cemiyet, iç ve gizli hayatiyle uyur; ve rüyasını şair görür ve sayıklamalarını şair zapteder. (…) şair, Allah’ın kendisine bahşettiği nurla, cemiyetinin gerilere ve ilerilere doğru mânâsını temsil edebildiği nisbette mertebeleniyor.”

O da öyle yapıyor. Türk milletinin geçmişine ait tespitler yapıyor ve ona rota çiziyor:

“Türk milleti, bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşa edişleriyle meydanda olduğu gibi, ya olunca her şey olmaya, yahut olamayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır (…), Türk milleti için, (…) ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat arslan gibi, ya ormanların hâkimi, yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; (…) Demek ki, bizim (…) bağlı olduğumuz dünya parçasını da beraber kurtaracak ve o dünya parçasının bütün yeryüzüne üstünlüğünü gösterecek bir kudrete ulaşmamız lâzım...”

Bugün dünyanın hali ortada… Buhranlar, krizler… Kan, gözyaşı... İnsanlık ölmüş… Hiç bir yerde ümit yok.

Amerika, menfaati peşinde…

İhtiyar Avrupa’nın kendine hayrı yok…

Rus, Çin, Hint hiçbir zaman derman merkezi olmadı.

Araplar, batıya teslim liderlerin merdanesi altında,

İslâm âlemi narkozda.

Yahudi?

Dünyanın belâsı o zaten… “Belhüm adal” zihniyetini ve her türlü şenaati din haline getirmiş.

Sadece bizim elimizde, yani kendisi kurtulursa dünyayı da kurtaracak olanın elinde bir reçete var: İdeolocya Örgüsü!.. Düşünen adamlar idaresi…

Üstad’ın faaliyet alanının genişliğine, derinliğine, çokluğuna, eser ve faaliyetlerinin orkestra hüviyetinde oluşuna dikkat eden; O’na bir misyon yüklediğini düşünür. Meselâ İdeolocya Örgüsü… Sıradan bir eser değil… Bir reçete… İddia ediyor:

“Bize dünyanın en kokmuş, çürümüş ve azmış cemiyetini teslim edinîz; teahhüt ediyoruz ki, o cemiyette İslâm ideolocyasının sonsuz ruhu sindirilinceye kadar sadece İslâm adâletinin kışrındaki ölçüler tatbik edilmekle, göz açıp kapayıncaya kadar kurtuluş, dış yapıda gerçekleşecektir.”

Gönüldaşlar!

Onunla ilgili şu yaptığımı faaliyet ve benzerleri gösteriyor ki Üstad’ı ve fikirlerini, bu millet anlamaya ve düşünmeye devam edecek… Edeceğiz… Artan bir ivmeyle devam edecek... Allah rahmet eylesin., Sonunda İslâm, zamana ve mekâna hâkim olacak. Ne olacağını konuşmanın son sözü olarak O söylesin:

“Kurtulur dil, târih, ahlâk ve imân;

Görürler, nasılmış, neymiş kahraman!

Yer ve gök su vermem dediği zaman,

Her tarlayı sular arkımız bizim. (1964)

Selâmetle kalın!

Bu yazı toplam 762 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
ALİ ERDAL Arşivi
SON YAZILAR