Cumadan Gönüllere

Cumadan Gönüllere

DİLENCİLİK İNSANI KÜÇÜLTEN YÜZSÜZLÜK

DİLENCİLİK İNSANI KÜÇÜLTEN YÜZSÜZLÜK

                                                                                                                                                   

         Bir gün Nebî (sav) ashâbıyla sohbet ederken, ihtiyaç sahibi bir Medineli gelir ve ondan bir şeyler ister. “Evinde bir şeyin var mı?” diye sorar Allah'ın Elçisi. Bir kısmını sergi olarak, bir kısmını da elbise olarak kullandıkları bir örtü ve bir de su tasından başka bir şeyleri olmadığını söyler fakir sahâbî. Rahmet Elçisi'nden maddî bir yardım beklerken, sıkıntısını kökünden hâlletmeyi hedefleyen bir öneriyle karşılaşır. Medineli zât evine gidip bu örtüyü ve tası getirecek, Allah Resûlü de onları müzayedeye çıkaracaktır. Orada bulunan diğer sahâbîler de çözüme ortak olacak ve böylece ortak sorumluluk bilinci gelişecektir.

Peygamber Efendimizin niyetini anlayan ashâbın katkısıyla bu iki parça eşya müzayede neticesinde iki dirheme satıldı. Gelen şahıs, Peygamberimizin (sav) talimatı üzerine bir dirhemle ailesine yiyecek bir şeyler, diğeriyle de küçük bir balta satın alacak ve bu balta onun ekmek teknesi olacaktı. Onunla dağdan bayırdan topladığı odunları satacak, geçimini bu şekilde sağlayacaktı. Öyle de oldu. On beş gün içinde on dirhem kazandı, ailesine yiyecek ve giyecek aldı. Resûlullah (sav), tavsiyesine uyarak ailesinin ekmek parasını kazanmayı başaran bu gayretli sahâbîye sonunda şu evrensel mesajı verdi: “Böylesi senin için kıyamet gününde yüzünde dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır. Yalnızca, şu üç kişi dilenebilir: Çok fakirlik çeken, ağır bir borç altında bulunan ve kan bedelinin altında ezilen.”

Başkalarına el açmanın veya dilenmenin insan onurunu zedeleyen bir davranış biçimi olduğu muhakkaktır. Ancak şartlar zorunlu kıldığında bu yolun kaçınılmaz olabildiği de aşikârdır. İçinde yaşadığı toplumun olumlu olumsuz tüm koşullarına tanık olan Peygamberimiz, dilenmeyi tasvip etmemekle birlikte, onun toplumsal bir olgu olduğunu kabul etmiştir. O (sav), “Üstteki (veren) el, alttaki (alan) elden daha hayırlıdır. Sen, (vermeye) geçimini sağladığın ailenden başla!..” buyurarak gerek alan gerekse veren el durumundakilere yönelik mesajlar vermiştir. Buna göre Allah Resûlü maddî imkânı yerinde olanları infak etmeye teşvik ederken bunu “üstteki el” olarak nitelemiştir. “Alttaki el” ise isteyen el olarak anlaşılmıştır.

Kur’an-ı Kerim’de “İsteyeni azarlama!” âyeti ile istemek durumunda kalanlara nasıl davranılması gerektiği de hatırlatılmıştır. Yüce Kitabımızda, ihtiyacından dolayı isteyen yoksulların, zenginlerin mallarında belli bir hakkı olduğu bildirilmekte, bu nedenle zenginlere, fakirlere yardım etmelerini gerektiren birtakım sosyal ve malî sorumluluklar yüklenmektedir.

Zengin Müslümanlara zekât farz kılınmış ve fakirler zekât verilecek kimseler arasında zikredilmiştir. Özellikle yakın akrabaları gözetmek zenginlere ait bir yükümlülük olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de ihtiyacından dolayı isteyene maddî yardımda bulunmanın iyi bir müminin başlıca dinî ve ahlâkî niteliklerinden olduğu, mükâfatının ise kat kat verileceği vurgulanmıştır.

Tüm bunlardan, zengin olduğu hâlde dilenen, belki de bu sayede zengin olan ve istemeyi alışkanlık hâline getirenlere yönelik bir pay çıkarılmamalıdır. Çünkü Resûl-i Ekrem, 

 “Sizden birinizin urganı alıp (dağa giderek) bir bağ odun getirip satması ve böylece Allah'ın onun itibarını koruması, bir şey verip vermeyecekleri belli olmayan kimselerden dilenmesinden daha hayırlıdır.” buyurmuştur.

Nitekim yine Peygamber Efendimizin ifadesiyle, 

 “Kesinlikle hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek yememiştir. Allah'ın Peygamberi Dâvûd (as) da kendi elinin emeğini yiyordu.”

Hz. Peygamber dilenerek insanların üzerinden geçim sağlamayı asla tasvip etmemiştir. Tam aksine o,  “Servetini artırmak için dilenen, istediği az ya da çok olsun, gerçekte kor ateş dilenir.” sözüyle muhtaç olmadığı hâlde, sırf mal varlığını artırmak amacıyla dilenenlere yönelik çok ağır ifadeler kullanmış, bu tip insanların aslında mal değil âhirette tadacakları azap için kor ateş topladıklarını belirtmiştir.

Yüzsüzlük yapıp istemeyi alışkanlık hâline getirenlerin hâli de Resûlullah tarafından tasvir edilmiştir. 

 “İnsanlardan dilenip duran kişi, sonunda kıyamet gününde (Allah'ın huzuruna) yüzünde bir parça bile et kalmamış vaziyette gelir.” sözüyle Hz. Peygamber, dilenenlerin kıyamet günü düşecekleri acıklı hâli anlatmıştır.

Hadiste tasvir edilen durum zâhirî anlamda değerlendirildiği gibi, böyle bir kimsenin kıyamet günü Allah'ın (cc) huzuruna çıkacak yüzünün olmayacağı, zelil bir şekilde huzura çıkacağı şeklinde de anlaşılmıştır.

Ashâbın, geçimini çalışarak sağladığı o dönemde, Hz. Peygamber'in, evinde sadece bir örtü ile su kabından başka hiçbir şeyi olmayan kişinin bile dilenmesini hoş karşılamaması son derece anlamlıdır. Ayrıca burada dikkate değer husus, Rahmet Peygamberi'nin, yiyecek bir şeyler isteyen kişiye aş değil iş bulmasıdır. Meşhur deyimle, ona balık vermek yerine balık tutmayı öğretmesidir. Ne var ki o, her ihtiyaç bildirene de bu şekilde karşılık vermemiştir. Yukarıda değinildiği üzere o, bir taraftan isteyenlerin boş çevrilmemesini öğütlerken, diğer taraftan bunu alışkanlık hâline getirenleri şiddetle kınamıştır.

Geçici de olsa, evlerinde yiyecek bir şeyleri kalmayanlar veya ağır bir borç altında bulunanlar yaşadıkları sıkıntıyı doğrudan Allah Resûlü'ne iletiyorlardı. Zira o, aynı zamanda devletin de başında bulunduğu için zekât fonu onun elindeydi ve dağıtımını da kendisi yapıyordu. Bu durumun farkında olan ihtiyaç sahipleri, çözümün kaynağını da biliyorlardı.

Böyle bir sıkıntıyla Resûlullah'ın (sav) kapısına gelenlerden birisi de Basralı sahâbî Kabîsa b. Muhârik idi. Kabîsa kefil olmuş, önemli miktarda bir borcu üstlenmiş ancak ödemede zorlanınca Allah Resûlü'ne gitmişti. Ancak o sırada zekât fonunda bir şeyler olmadığı için Resûlullah (sav) ona zekât gelinceye kadar beklemesini söyledi. Ardından da bu vesileyle (ihtiyaç arzında bulunacak olan herkese) şu uyarıyı yaptı: 

 “Ey Kabîsa! İstemek/dilenmek ancak üç grup insan için helâldir: (Birincisi) Kefil olup (veya ara bulmak için diyet verip) borçlanan kimsedir ki bu parayı elde edene kadar istemesi helâldir. Borcu kapatılınca artık isteyemez. (İkincisi) Başına bir musibet gelen ve bir malını kaybeden kimsedir ki hayatını sürdürebilecek kadar para bulana dek istemesi helâldir. (Üçüncüsü) Fakir kalan ve fakirliği komşularından üç güvenilir kişi tarafından doğrulanan kimsedir ki onun da hayatını sürdürebilecek miktarda mala kavuşana kadar istemesi helâldir. Bu üç grup insandan başkasının istemesi/dilenmesi haramdır ey Kabîsa. Bu şekilde elde edilen malın sahibinin yediği de haramdır.”

Hz. Ömer dönemine ait bir olay, başkalarından isteme konusundaki nebevî sınırın uygulanmasına dair tipik bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Ömer'in hilâfet yıllarıdır. Sık sık yaptığı gibi yine bir gün Medine sokaklarını dolaşırken genç bir kadın yolunu keser. Kocasının öldüğünü, ne ekilecek tarlası ne de sağılacak bir hayvanının bulunduğunu söyleyen bu yetim anası, Hufâf b. İmâ' el-Gıfârî'nin kızıdır. Babası Hudeybiye'de Allah Resûlü ile beraber bulunmuştur. Müslümanların zor zamanlarından birinde bu genç kadının dedesi İmâ' Hz. Peygamber'e yüz koyun, iki sağımlık, bir de kesimlik deve hediye etmiş, bunları da oğlu Hufâf'la göndermişti. Resûlullah (sav) da bu koyunları ashâbı arasında paylaştırmış ve hayır duada bulunmuştu.

İşte bu gönlü bol zâtın torunu, halifeye, evinde yetimlerine yedirecek bir şey kalmadığını söylüyordu. Mehmet Akif'in ifadesiyle Dicle kenarında bir kurdun kaptığı koyuna karşı bile sorumluluk hisseden Hz. Ömer, hemen bir deveye iki sepet dolusu buğdayın yanı sıra yiyecek ve giyecek yükletti. Sonra da kadına, “Bununla geçimini sağla. Allah size bir hayır nasip edene kadar bunlar tükenmeyecektir.” dedi.

Kuşkusuz Peygamber Efendimizi, dilenmenin çok çirkin bir davranış biçimi olduğu konusunda uyarılar yapmaya zorlayan birtakım nedenler vardı. Özellikle Mekke'nin fethinden sonra gerek ganimetlerle gerekse de zekât gelirlerinin artmasıyla devlet hazinesi dolup taşmıştı. Kur'an'ın zekât gelirlerinden yararlanacaklar arasında kendilerine özel bir yer vermesi nedeniyle yeni Müslüman olan ve “müellefe-i kulûb” diye adlandırılan bazı kişiler Resûlullah'tan gereğinden fazla hak talebinde bulunuyorlardı. Hatta Hz. Peygamber, 

 “İsteme konusunda ısrarcı olmayın. Vallahi, sizden biriniz benden bir şey ister de bu isteği sayesinde bu durumdan hoşlanmadığım hâlde benden bir şey alırsa, ona verdiğimin bereketini görmez.” ikazında bulunmuştu.

Mekke'nin fethiyle birlikte İslâm'la şereflenen ve Huneyn Gazvesi'ne katılan Hz. Hatice'nin yeğeni Hakîm b. Hizâm da bunlardan biriydi. İslâm tarihinde daha çok devlet hazinesine kazandırdığı ganimetlerle tanınan Huneyn Gazvesi bittikten sonra, sıra ganimetlerin dağıtılmasına gelmiş, Hakîm de istediği yüz deveyi almıştı. Fakat o bunu yeterli görmedi ve daha fazlasını istedi. Nebî (sav) isteğini yerine getirdi. Bu kadarıyla da yetinmeyen Hakîm bir kez daha isteyince Allah Resûlü (sav) yüz deve daha verdi Fakat ona şu nasihati yaptı:

 “Ey Hakîm! Bu mal göz alıcı ve tatlıdır. Kim bu mala cömert bir gönülle sahip olursa, kendisi için malı bereketlenir. Ama kim de hırs ve tamahla dolu bir kalple bu malı arzularsa, onun için malın bereketi kaçar. Veren el, alan elden hayırlıdır.” 

Bu uyarıyı alan Hakîm dünyadan ayrılıncaya kadar bir daha kimseden bir şey istemeyeceğine dair Resûl-i Ekrem'in huzurunda yemin etti. Gerçekten Resûlullah'ın bu sözleri onu o kadar etkilemişti ki daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde devletin kendisine verdiği hiçbir malı almadı.

Benzer şekilde, Uyeyne b. Hısn ve Hındıf kabilesi başkanı Akra' b. Hâbis de Hz. Peygamber'den mal istemişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Muâviye'ye, bunlar adına birer mektup yazmasını (zekât memurları geldiğinde bunu onlara vermesini) emretti. Uyeyne, mektupta ne olduğundan emin olmadığını ifade eden sözler söyleyince, Muâviye bu durumu Peygamberimize iletti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurdu: 

“Kim kendisine yetecek kadar mala sahip olduğu hâlde dilenirse, cehennem ateşinin artmasını istemiş olur.” Orada bulunan sahâbîler,

 “Ey Allah'ın Elçisi! Kişiye yetecek malın miktarı nedir?” diye sordular. Resûlullah (sav), 

 “Ona öğle ve akşam yemeğinde yetecek miktardır.” karşılığını verdi.

Hz. Peygamber (sav), kendisine gelerek ihtiyacını arz edenlerin Kur'an'da zikri geçen zekât almaya lâyık sekiz kısma dâhil olup olmadığı konusunda hassas davranmıştır. Resûl-i Ekrem dönemine ait durumu yansıtan rivayetler, devletin maddî imkânlarından ancak gerçek ihtiyaç sahiplerinin yararlanabileceğini ifade etmektedir. İhtiyaçların asgarî ölçüsü ise ekonomik şartlar göz önünde bulundurularak belirlenir. Dolayısıyla bu nebevî ikazlar, günümüz şartlarında gerçekten muhtaç olarak nitelenebilecek ihtiyaç sahiplerine gıda, yakıt veya nakdî yardım sunan bazı özel veya resmî kurumlara müracaat ederek muhtaç olmadıkları hâlde yalan beyanlarla yardım isteyen şahıslara çok şey söylemektedir.

Hz. Peygamber (sav) yukarıdakine benzer bir uyarıyı da Veda Haccı'nda Arafat vakfesindeyken ridasını yani ihramının üst parçasını kaba bir şekilde isteyen bir bedevîye yönelik olarak yapmış ve onu verdikten sonra şöyle buyurmuştur: 

 “Dilenmek, zengin, güçlü kuvvetli, sağlam kimseye helâl değildir. Ancak aşırı derecede fakir veya borç altında ezilen kimse için helâldir. Malını artırıp zenginleşmek için insanlardan dilenen kimsenin kıyamet günü yüzünde tırmalama izi ve cehennemden alıp yiyeceği kızgın bir taş olacaktır. Artık dileyen az, dileyen çok istesin.”

 “Kim başkalarından bir şey dilenmeyeceğini garanti ederse ben de ona cenneti garanti ederim.” buyuran Kutlu Elçi, aslında kimseye yük olmadan yaşamanın erdemine vurgu yapmıştır.

Allah Resûlü, aşırı fakirlik veya borçluluk hâli gibi meşru mazeretleri bulunan ve zor durumda olanların da ulu orta herkesi rahatsız etmelerini uygun bulmamış ancak gerektiğinde temiz ahlâklı ve hayırsever insanlara müracaat etmelerini tavsiye etmiştir.

Başkasına el açmak veya dilenmek bazen zorunlu hâle gelse bile bu son çareye başvurmaktan çekinen, taşıdıkları hayâ ve onur duyguları buna müsaade etmeyen insanlar da vardır. İşte Allah Resûlü (sav), 

 “Yoksul, bir iki hurma veya bir iki lokma verilip gönderilen kimse değildir. Asıl yoksul, (ihtiyaç sahibi olsa da insanlardan bir şey istemeyen) iffetli kimsedir.” buyurmuş ve ardından da “...Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler...” âyetini hatırlatmıştır.

Hz. Peygamber'in işaret ettiği âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: 

 “(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.”(Bakara, 2/273.)

Burada bir taraftan başkalarına el açmaktan alıkoyan ar duygusunun erdemine vurgu yapılırken, diğer taraftan da çeşitli nedenlerle çalışma imkânı olmayan ve bu nedenle yardıma muhtaç bu insanlara karşı toplumsal duyarlılığın harekete geçmesi gerektiğine işaret edilmektedir. Bu âyet ve hadislerde, toplumdaki muhtaçların dilenir hâle gelmeden tespit edilip onurları incitilmeden ihtiyaçlarının karşılanmasının Müslümanlar üzerine düşen bir görev olduğu vurgulanmıştır.

Günümüzde dilencilik olgusu ne yazık ki eski masum görüntüsünden uzaklaşmış, Sevgili Peygamberimizin sert uyarılarda bulunduğu, “muhtaç olmadığı hâlde istemek” boyutuna yaklaşmıştır. Yalan beyanlarla, aldatıcı görüntülerle iyi niyetli insanların duygularını etki altında bırakmaya çalışan dilencilerin oluşturdukları yapı giderek bir sektör hâline gelmiş ve bu sektörün de zenginleri türemiştir. Bu hususta yetkililerin yeterli önlemleri alamaması, problemin daha da büyümesine sebep olmaktadır. Toplum nezdinde sahtekârlıkla âdeta özdeşleşen bu sektör, gerçek ihtiyaç sahiplerinin ister istemez göz ardı edilmesine ve mağduriyetlerinin artmasına yol açmaktadır.

Bu durumda sosyal devlet anlayışının gereklerini uygulamakla yükümlü yetkili idari mercilerin yanı sıra, “sadaka” kavramının sağlayacağı dinî motivasyon ve mânevî güçle toplumsal duyarlılıkların devreye girmesi de zorunludur. Dilenciliğin kökünün kazınması, polisiye tedbirlerden çok, Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği servette yoksulun hakkının da olduğunu bilen ve bunu vermeden malının temizlenemeyeceği bilincinde olan zenginle, bireysel ahlâkın zirvesi olan “iffet” duygusuyla onurunu hiçbir zaman ayaklar altına düşürme niyetinde olmayan fakirin el ele vermesi sayesinde mümkün olabilecektir.

                                                 KAYNAK: HADİSLERLE İSLAM

 

GÜNÜN AYETİ:

"Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et." (Kasas, 28/77)

 

GÜNÜN HADİSİ:

Ebû Hüreyre'nin (r.a.) naklettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kulların sabaha eriştiği her gün (yeryüzüne) iki melek iner. Bu iki melekten biri, ‘Allah'ım, malını hayır yolunda harcayan kişiye (harcadığı malın yerine) yenisini ver diye dua eder. Diğeri de, 'Allah'ım, malını (hayır yollarında harcamayarak) elinde tutan (cimrilik eden) kişinin malını telef et.' diye beddua eder." (Buhârî, Zekât, 27)

GÜNÜN DUASI:

"Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım. Çünkü açlık ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten de sana sığınırım. Çünkü hainlik ne kötü bir sırdaştır." (Ebû Dâvûd, Vitr, 32)

 

ASR-I SAADET'TEN

Asr-ı Saadet'te geçici de olsa, evlerinde yiyecek bir şeyleri kalmayanlar veya ağır bir borç altında bulunanlar yaşadıkları sıkıntıyı doğrudan Allah Resûlü'ne iletiyorlardı. Zira Peygamberimiz, aynı zamanda devletin de başında bulunduğu için zekât fonu onun elindeydi ve dağıtımını da kendisi yapıyordu. İşte böyle bir sıkıntıya düşenlerden birisi de sahâbî Kabîsa b. Muhârik idi. O, bir kişiye kefil olmuş, önemli miktarda bir borcu üstlenmiş ancak ödemede zorlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine Kabîsa, Allah Resûlü'ne gitti ve ondan yardım talep etti. Ancak o sırada zekât fonunda bir şeyler olmadığı için Resûlullah (s.a.s.) ona zekât gelinceye kadar beklemesini söyledi ve ardından şu uyarıyı yaptı: "Ey Kabîsa! İstemek/dilenmek ancak üç grup insan için helaldir: Birincisi, kefil olup ödeme imkânı bulamayan veya borçlanan kimsedir ki bu parayı elde edene kadar istemesi helaldir. Borcu kapatılınca artık isteyemez. İkincisi, başına bir musibet gelen ve bir malını kaybeden kimsedir ki hayatını sürdürebilecek kadar para bulana dek istemesi helaldir. Üçüncüsü ise fakir kalan ve fakirliği komşularından üç güvenilir kişi tarafından doğrulanan kimsedir ki onun da hayatını sürdürebilecek miktarda mala kavuşana kadar istemesi helaldir. Bu üç grup insandan başkasının istemesi/dilenmesi haramdır ey Kabîsa. Bu şekilde elde edilen malın sahibinin yediği de haramdır.” (Müslim, Zekât, 109)

 

              HİSSEMİZE DÜŞENLER

  • Mümin hayır ve hasenatın doğru yere ulaştığından emin olmalı, iffetinden dolayı isteyemeyenleri öncelemeli, bu hususta güvenilir kimse ve vakıflarla istişare etmelidir.

 

  • İslâm'da dilencilik kazanç yolu değil, zaruret haliyle sınırlı bir ruhsattır.

 

 

  • Başkalarına el açan kişinin gerçekten zaruret içinde olması gerekir. Bu durumdaki bir kimse, bir süre beklemekle ihtiyacını karşılama imkânına sahipse ve bundan dolayı ağır zarar görmeyecekse beklemeyi tercih ederek dilencilik yapmamalıdır.

 

  • İhtiyaç sahibi kişi, şahsiyetini korumalıdır. Uygun gördüğü varlıklı kişiye ihtiyacını anlatmakla yetinmeli, ondan açıkça bir şey istememelidir.

 

  • Yardımına başvurulacak kimsenin; fakirin halinden anlayan, malında yoksulun da hakkı bulunduğunun şuurunda olan, dilenciyi azarlamayan, yaptığı iyiliği başa kakmayan biri olması gerekir.

 

        BİR SORU & BİR CEVAP

SORU   :  Boşanma davası uzun süre sonuçlanmayan kadının aldığı nafaka helal midir?

CEVAP :  İslam'a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin nafakasını temin etmekle sorumludur. (Bakara, 2/233; Nisâ, 4/34; Talâk, 65/7; Buhârî, "Nafakât", 1-4; Kâsânî, Bedâi', IV, 15-16) Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslam hukukuna göre kocanın eşine yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sonaerer.

 KAYNAK: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları

                                              Hazırlayan : Erhan YILMAZ İL VAİZİ

 

Bu yazı toplam 791 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Cumadan Gönüllere Arşivi
SON YAZILAR